ÖZET
Politika, İnovasyon, Tasarım ve Gelişim Merkezi’ne (PİTGEM) gönderilen bu yazının özeti bulunmamaktadır. Daha önce yayınladığımız “Okur Mektubu 1-2-3-4-5-6-7…” başlıklı seri haline gelen yazıların özet kısmında belirttiğimiz gibi PİTGEM, kamu politikalarına dair okuyuculardan gelen mektuplara, kısa görüş yazılarına yer vermektedir. Bu tip yazılar ve okuyucudan gelen mektuplar, “Okur Mektubu” kategorisinde yayınlanmaktadır. Bu sekizinci mektup da yine 6 Şubat 2023’te meydana gelen büyük deprem felaketini Hatay’da yaşayan ve onun hala devam eden çok ağır ve acı sonuçlarıyla, yapılan ve yapılmayan hükümet politikaları ve uygulamaları ile hayata tutunmaya çalışan bir başka depremzedenin görüşleri ve duygularına yer veriyoruz. Okuyucu mektubunda deprem bölgelerinde ve özellikle Hatay’da afet yönetimi adı altında yeni rant politikaları ve uygulamaları yapıldığını, halkın sorunları ve sağlığının hiç umursanmadığını anlatıyor. Ayrıca, Hatay’da demografik yapının bilinçli şekilde yok edildiğini iddia ediyor ve bunun siyasi sonuçlarının da ağır olacağını Hatay’ın özel konumuna vurgu yaparak belirtiyor. Kendisinin görece kalan evi sayesinde daha iyi durumda olduğunu ama Hatay halkının halen ağır bir acı ve zulüm altında yaşamaktan çok nefes almaya çalışarak hayata tutunmaya çalıştığını anlatıyor. PİTGEM olarak depremi, depremzedeleri ve yaşanan yıkımı asla unutmayacağız, unutturmayacağız. Depremzedelerin yüreklerinden gelerek yazdıkları mektupları depremzedelerin yaralarına bir parça merhem olabilmek, bir daha böyle acılar yaşanmaması ve daha iyi bir gelecek için herkesin neleri nasıl yapması gerektiğine katkı sağlamak dileğiyle yorum yapmadan kamuoyu ile paylaşıyoruz. Daha iyi kamu politikaları geliştirilmesine katkısı olması dileğiyle sizlerin değerlendirmesine sunuyoruz.
Okur Mektubu 8: Deprem Bölgesinde Rant Odaklı Afet Yönetimi Acı ve Zulmü Daha Da Büyütüyor
Depremin üzerinden neredeyse 20 ay geçti. Eminim birçok insan, bu sürenin nasıl akıp gittiğinin farkında bile değildir. Ancak depremzedelere sorarsınız size bu sürenin belki de işkence gibi geçtiğini söylerler. Bazen insan merak etmeden duramıyor acaba depremzedelere bilinçli bir şekilde eziyet etmek isteyen bir güç mü var? İsyan etmekten Allah’a sığınırım. Türkiye’de yaşam hepimiz için çok zor. Memleketimizdeki yaşam giderek katlanılmaz bir hal alırken benim bir Hataylı olarak yazdıklarım ne kadar tesirli olur bilemiyorum. Hani çok kullanılan bir özdeyiş vardır: “Hepimiz aynı gemideyiz.” Türk milletinin fertleri olarak hepimiz gerçekten de aynı gemideyiz. Ama bazılarımız geminin su alan bölümünde yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyor. Hepimiz aynı gemide olsak bile depremzedeler su alan o kamaralarda boğulmaya devam ediyorlar. Su başka kamaralara yayılmasın diye yazmak istiyorum biraz da. Malumunuz deprem ve doğal afetler bu ülkenin acı gerçekleri arasında yer alıyor. İstanbul için sahiden de tedbir alan birileri var mı? 6 Şubat’ın üzerinden 20 ay geçti. Hadi hep beraber görelim Hatay’da günlük yaşam nasıl devam ediyor.
Hatay’da sağlam kalan yollardan bahsetmek oldukça güç. Kent merkezi kocaman bir şantiyeye dönüştüğü için yollarda en sık görülen araçlar vinçler, hafriyat kamyonları veya ağır araçlar. Bu araçlar ne yayalara ne de küçük taşıtlara aldırış ediyorlar. Haberleri biraz olsun tarayacak olursanız bu araçların özellikle yayalara aldırış etmeden seyir halinde olmalarının nasıl trajik ölümlere yol açtığını okuyabilirsiniz. Hiç kimsenin umurunda değil yolda yürüyenler ya da yol kenarlarında kendi meyve sebzelerini satmaya çalışan köylüler. Dahası kentteki ağır veya orta hasarlı binaların önemli bir kısmı duruyor. Elbette bu kadar büyük bir felaketten geriye kalan binaların hızlıca kaldırılmasını beklemiyordum. Ama en azından yıkım faaliyetlerinin kentte geriye kalan insanların yaşamlarını mahvetmeden sürdürülmesi çok mu zor? Geçen günlerde kaldırımda yürürken ayağıma bir çivi saplandı. Kentte yaşamını sürdüren çoğu kişiden benzeri hikayeler duyabilirsiniz. Çünkü binaların yıkılırken hiçbir koruma tedbiri alınmadığı gibi insanlara zararlı olabilecek birçok materyal kaldırımlara saçılıyor. Bu arada belki de kaldırımlardan geriye kalan parçalar üzerinde yürüdüğümüzü belirtmekte fayda var. Çünkü yıkım ve yapım çalışmaları esnasında inşaat makineleri tarafından ezilen kaldırımlardan geriye bazı parçalar kaldı. Genelde caddelerin veya yolların kıyısından yürümeye çalışıyoruz.
Şehrin altyapısı hala berbat vaziyette. Yolda yürürken size çok kesif bir kanalizasyon kokusu eşlik ediyor. Kentin bazı bölgelerindeki kanalizasyon boruları tamamen çökmüş durumda. Bazı mahallelerdeki kanalizasyon boruları ise dışarı fırlamış ve atıklar yolları göle döndürmüş. Ben hala merak ediyorum özellikle Antakya’da nasıl bir salgın hastalık kendini göstermemiş vaziyette bilmiyorum. Bakın aradan 20 ay geçti ve hala çadırlar var kentte. Bazı insanlar yeni bir deprem olacak korkusuyla hala çadırlarda kalıyorlar. Az sayıda bile olsa çadırda yaşamak dışında seçeneği olmayan aileler de var. Yardım edin, sadaka verin veya el uzatın demiyorum. Sadece bu insanlarla bir an olsun empati kurun. Kendinizin ya da sevdiklerinizin böyle bir duruma düşmesini elbette istemezsiniz. Bu insanlarınki yaşamak değil nefes almaya devam etmek. Yaşam sadece zorluklardan ibaret değildir. Genel olarak yaşamın kendisi zor bile olsa arada bir güldüğünüz ya da dinlendiğiniz anlara da sahip olursunuz. Emin olun 20 aydır bu insanların yaptığı şey nefes almayı sürdürmek. Bazen düşünüyorum bu kadar ıstıraplı bir yaşama sahip olmak gerekli mi? Evet benim bir evim var ve sıcak yuvamdan bu satırları yazıyorum. İnanın burada hâlâ sıcak bir evde yaşayabilme lüksüne sahip olduğu için utananlar var. Ben de onlardan biriyim galiba. Büyük ihtimalle şımarık biri olduğumdan dem vuracaksınız. Haklısınız. Ancak üzerine duvar çöken komşuma yardım edemediğim o günden beri ben yaşamaktan utanıyorum galiba.
Bir başka mesele ise adaletin tecelli etmesi. Türkiye’de zaten adalete güvenen kalmadı. Ancak resmi kaynaklara göre en azından 53 bin insanın hayatını kaybettiği bir afetten sonra hiçbir kamu personeli yargılanmadı. İstifa eden tek kamu görevlisi Hatay valisi idi. O da yerel seçimlerde AKP’nin adayı olabilmek için istifa etmişti. Yani herhangi bir mahcubiyet hissinden bahsedebilmemiz çok zor. Geçen hafta öğrendim ki bu yıkımın sorumlularından birisi olan Hatay eski valisi cezalandırılmak yerine tam tersine ödüllendirilmiş ve Sakarya valisi olarak atanmış. Bir AKP klasiği zülüm, kayırma ve aymazlık örneği daha, ne diyeyim. Aklıma şu an gelen bir isim daha var: Kızılay’ın o dönemdeki yöneticisi Kerem Kınık. 6 Şubat’ı takip eden günlerde depremzedeler başlarını sokacakları bir dam ve yiyebilecekleri bir lokma ekmek bulamazken Kızılay’ın elindeki çadırları satan Kerem Kınık. Tek bir denetleme görevi ve sorumluluğu olan kamu kurumu personeli bile ne istifa etti ne yargılanıyor. Başka bir şey demeyeceğim. Üstelik bir de yargılanmasına devam edilen müteahhitler var. Ne kadarının ceza alacağı, suçlular için bulunmaz bir nimet olan infaz sistemi sayesinde kaç ay ya da kaç yıl içerisinde dışarı çıkacakları ya da yakalanıp yakalanmadıkları bile belli olmayan müteahhitlerimiz. Bazılarının ilk dava duruşması bile depremden 20 ay sonra yapılabiliyor, adalet başlangıcı bile böyle yavaş ve yanlış iken doğru karar çıkar mı sizce yıllar sonra? Türkiye’deki tüm bir inşaat sektörü ve hatta ülkenin tüm bir idari sistemi müteahhitleri abad etmek üzere kurulduğu için zerre ümidim yok. Daha fazlasını da yazmak ve içimdeki öfkeyi sizlerle paylaşabilmeyi çok isterdim. Ama memlekette olduğu iddia edilen demokrasi, insanın özellikle otokontrolünü geliştirebilmesi için bir nimetmiş meğerse. Deprem gecesi anında gelen yardımdan bahsetmem lazım. Yoksa iftira atmış olabilirim ya da Türkiye’nin itibarını zedeleyebilirim. İtibardan tasarruf olmaz. Ama vatandaşın hayatından da tasarruf olur veya temel ihtiyaçlarından da.
Son olarak rezerv alan saçmalığından bahsetmek gerekiyor galiba. Değerli okuyucular, bu uygulama lütfen kulağınıza küpe olsun. 6 Şubat’tan hemen sonra Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan gelen görevliler birçok depremzedeye evlerinin “az ya da orta hasarlı” olduğunu söyleyip güçlendirme çalışmalarının akabinde oturulabilecek binalar olduklarını belirttiler. İşi gücü kalmamış, dükkanları/tezgâhları yıkılmış-yağmalanmış ve ellerindeki tüm sermayeyi kaybetmiş birçok Hataylı borç harç bularak kendi binalarını güçlendirdiler. Son birkaç aydır ise insanların güçlendirdikleri binalara ya da arsalarına acımasızca el konuluyor. Neymiş efendim rezerv alanmış. Rönesans Holdingi ve benzeri şirketleri daha fazla zengin etmek için kamulaştırmadan ve bedel ödemeden el konulan kentsel rantın adı rezerv alan olmuş. Yüzlerce aileye tebligat yapılmadı. Birçok insan uygulamaya karşı kanuni itiraz süresi bittikten sonra “tebligatları” alabildi. Bakın Hatay’da her şeye rağmen tutunmaya çalışan ve orayı terk etmek istemeyen bir topluluk var. Ama yaşadıkları onca acıyı görmezden gelip bu insanları Antakya’dan sürmeye çalışan, kentsel rantı büyük sermayeye aktarmak isteyen ve demografik yapıyı korumamak için ısrarla hareket etmeyen bir güç de var. Hatay’ı terk etmek istemeyen insanlar ile Hatay halkını umursamayanlar arasında sessiz bir mücadele hüküm sürmekte. Ancak dayanacak çok gücümüz kalmadı. Zeytinliklerimiz sökülüyor, verimli tarlalara moloz yığınları dökülüyor, sürekli yaşanan elektrik ve su kesintileri kentte kalmamızın bedelini ağırlaştırıyor. Konteyner kentlerde yaşamlarını devam ettiren bazı aileler, depremden sonra 2 ya da 3 kez buzdolabı almak zorunda kaldılar. Elektrik kesintileri yüzünden buzdolapları sık sık arızalanıyor ya da çalışmaz hale geliyor.
Gündelik hayatı etkilemeye devam eden onlarca sorun var. Hatay’da ne kurallar var ne de sorumlu bir kamu gücü tesis edilmiş vaziyette. Ama burası bizim yurdumuz. Atatürk’ün “şahsi meselem” dediği topraklar. Atatürk son nefesine kadar Hatay’dan vazgeçmedi. Belki de son nefesini Hatay’ı anavatana katabilmek için verdi. Bizim yaşadıklarımızdan devletimizin ve diğer yurttaşlarımızın çıkaracağı çok ders var. Afetle yönetim böyle olmaz. İnsanların yaraları bu şekilde sarılmaz. Dediğim gibi sadaka veya zekât istemiyoruz. Türkiye’nin Anayasa’da sayılan özelliklerinden birisi eğer gerçekten de “sosyal devlet” olmaksa şimdiye kadar vergilerini aksatmamış yurttaşlar olarak karşılığını almak istiyoruz. Ben bu vergileri bakanlar ya da kamu görevlileri özel uçakla uçabilsin, Audilere binebilsin, kendilerine özel “banyo” yaptırabilsinler diye vermedim. Müteahhitlerin ya da iktidara yakın holdinglerin sevdiğim insanların kanı üzerinden para kazanması için de vergi ödemedim. Allah korusun memleketimizin başka yerinde bu şekilde bir deprem yaşansa emin olun sizlerin de yaşayacağı şeyleri özetlemek istedim. Bunları yaşamayın. Sevdiklerinizi kaybetmeyin. Bizim gibi her şeyden vazgeçmeyin diye düşünmenizi istiyorum. Onurlu ve ülkesini seven yurttaşlar olarak lütfen hakkınızı arayın ve arada sırada depremzedeleri de hatırlayın.