ÖZET
Her insan kendinden önce beşerî olarak inşa edilmiş fakat sürekli değişen dinamiklerin yer aldığı bir toplumsallığın içerisine doğar. Doğduğumuz andan beri olduğumuz kişiyi ve düşünüş yapımızı şekillendiren ve şekillendirmeye devam eden etkileşimler içerisinde varlığımızı sürdürmekte ve çevremize benzeri etkilerde bulunmaktayız. Modernite içerisinde tüm bu sosyal yapıların üzerimizde oluşturduğu etkilerinin farkında olabilmenin ve artan bireyselleşmenin içerisinde bu etkilerin olumsuz taraflarına karşı bir savunma mekanizması geliştirebilmenin neden bireyler için nefes aldırıcı, hayati bir yaşam becerisine dönüşmek üzere olduğu ise irdelememiz ve günlük yaşantılarımızda sürekli olarak konu etmemiz gereken asıl husustur.
Deneme yazımızın ilk bölümünde siyaset bilimi yaklaşımlarına konu olan düşünürlerin toplum sözleşmesi kavramı üzerindeki çeşitli yaklaşımlarına değinirken, ikinci kısımda toplum sözleşmesinin modern dünyada nasıl bireyselliğin gizli bir sözleşmesi halini aldığını ve buna nasıl seyirci kaldığımızı irdeleyeceğiz.
Edilgen Özgürlükler ve İnsan Muhakemesi Üzerine:
Bizden Önce Bizler İçin: Zygmunt Bauman
“Hayat tarzımıza yerleşmiş sürekli rahatsızlıklar ve riskler tarafından eyleme sürülen bizler, dikkatimizi ve çabamızı bu rahatsızlıklar ve risklerin sahici kaynaklarıyla nedensel olarak genellikle bağlantısız olan hedeflere ve amaçlara neden yöneltiriz? Hayat endişelerinin ürettiği enerji, bizim gibi akılcı varlıklar için, nasıl oluyor da “akılcı” hedeflerden saptırılıyor ve sorunun sebeplerini ortadan kaldıracak yerde onları korumak için kullanılıyor?”
– Zygmunt Bauman
Zihinlerimizi bir yer altı metrosuna benzetmekten uzun zamandır kendimi alıkoyamıyorum. Sanki hatırlayamadığımız bir A noktasından neresi olduğunu dahi bilmediğimiz bir B noktasına süregiden bir yolculuğun içinde; günün belli saatlerinde, araladığı kapılarının ardındaki tıklım tıklım düşünce kalabalıkları sebebiyle nefessiz ve hareketsiz kalabilen ve bazı zamanlarda ise sahip olduğu üç veya beş düşünce yolcusuyla durgun birakıntıdaymış gibi raylarının üzerinde süzülen,gün geçtikçe pas tutan bol vagonlu bir lokomotif… İçinde bulunduğu tüneli ve üzerinde yol aldığı bu rayları ise belki de doğduğumuz anda bize imzalatılan bir anlaşma ile kendi kendimize inşa etmişiz. Rotası hiç tekrar etmeyen ve sürekli ilerlemekte olan bu metronun, bazen aynı durakların üzerinden birkaç kez geçtiği, bazen bir daha hiç uğramadığı ve bazense bir durakta daha çok zaman geçirip bazılarını es geçtiği oluyor. İşte böylece düşünce misafirlerimizi bir duraktan öteki bir durakta bırakmak üzere taşıyoruz. Bazılarının ise belki de yolculuğun başından beri bizlerle olduğunu ve henüz ineceği bir durakla karşılaşmadığımızı söylemek mümkün. Tam da bu noktada, uğultuları bir an için bölmek ve ilgiyi üzerine toplamak için gitarını kabından çıkarıp şarkıya giren bir sokak sanatçısı gibi konuya Tolstoy’un bizlere seslendiği şekilde başlamalıyım: “İnsan ne ile yaşar?”
Ontolojik tartışmaları bir kenara bırakarak, maddesel dünyadaki her türlü varlığın birbirinin üzerinde az veya çok etkileşim gücü bulunduğunu söyleyebiliriz. İnsanoğlu da bu sistemin bir parçası olarak çevresindeki canlı veya cansız herhangi bir cisimle yaşadığı kaçınılmaz etkileşimlerde, etkiye uğrayan ve etkiye uğratan taraf olmaktadır. Tarihinin her safhasında insanoğlu, benliğine, çevresine ve hayatın anlam arayışına duyduğu ihtiyaç ve merakın, kendisinde yarattığı duygular, güdülenmeler ve etkiler ile sürekli sorular sormuş ve cevaplar aramıştır. Duyguların, aklın, insanın özünün, toplumun, ahlak ve erdemin ne olduğu gibi sosyal olarak inşa edilmiş ve temelinde soyut olan birçok kavramı irdelemiş ve yeniden şekillendirmiştir. Bu sebeple Aristoteles’in insanın doğası için kullandığı “zoon politikan” ifadesinin, her türlü varlıkla olan bir sosyalleşmeyi ve etkileşim gücünü kapsadığını düşünmekteyim. Peki Tolstoy’un kitabının satır aralarında gizlenen ve “ahlaki iyilik” olarak yanıtladığı sorusunun cevabının, bu kavramı bizler için anlamlandıran ve aklımızda ona dair genel bir resim oluşturan koşulları var mıdır? Yoksa hepimizin zihinlerinde bu kavrama ait bambaşka resimler mi bulunuyor?
S. Freud, mutluluğun büyük ölçüde bastırılmış ihtiyaçların tatmininden geldiğini söyler. Mutluluk böyle bir anlam içerisinde insanın dürtü, güdü ve hisleriyle hareket ederek bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik sahip olduğu özgürce eyleme yetisidir. Fakat kimi düşünürler için sahip olunan bu özgürce eyleme yetisi, insanı mutluluktan çok, acı ve olumsuzluklara sürükleyebilecek ve kontrol altında olmadığı takdirde bir kaosu beraberinde getirebilecek bir ihtimalin sebebi olmaktadır. Hobbes’a göre her suç; anlayış kusurları,insan muhakemesindeki bazı hatalar ve daha önce bahsi geçen tutkuların ani bir gücüsebebiyle ortaya çıkmaktadır (Leviathan, Chapter 27).
“Hobbes, insanın doğası gereği bencil bir varlık olduğunu düşünür. Ona göre insan, bir taraftan fiziksel ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken diğer taraftan çevresindeki insanlara otoritesini kabul ettirmek ve onlara hükmetmek isteyen bir varlıktır. İnsanların doğa durumundaki halleri dikkate alındığında, fiziksel ve zihinsel güç bakımından aralarında bir üstünlüğe sahip olmadıkları, mücadele etmede ve hayatta kalmak bakımından eşit yeteneklerde oldukları anlaşılır. İnsanlar arasındaki bu eşitlik, onların kendi aralarında daima rekabet içinde olmalarına ve sonu gelmez bir savaşa girmelerine yol açar. Savaş hiç kimsenin güvenlikte olmadığı ve yaşama süresini oldukça kısaltan bir durumdur. Böyle bir durum insanların kurtulmak istedikleri istenilmez ve dayanılmaz bir durumdur. İşte, Hobbes’a göre bu, insanları doğa durumunun tehlikelerinden uzaklaşmak ve egemen bir gücün himayesinde kalıcı bir barış ortamı sağlamak için bir sözleşme yapmaya sevk etmiştir (Temaşa Felsefe Dergisi 14, Syf. 110-124).”
Locke için ise, bu durum insanın kötücül yönünü özgürlüklerinden ortak bir feragat sonucu bir sözleşme olarakbastırmasıyla değil, herkesin tabi olduğu doğa yasası (a priori) olan akıl yoluyla düşünmesi ve herkesin eşit ve bağımsız olduğunu idrak etmesi ile gerçekleşmektedir (PoliticalEssays, 1997). Rousseau ise “İnsanın toplum sözleşmesiyle kaybettiği şey, doğal özgürlüğü ve elde etmeye çalıştığı ve elde etmeyi başardığı her şey üzerindeki sınırsız hakkıdır; kazandığı şey, medeni özgürlük ve sahip olduğu her şeyin mülkiyetidir.” (The Social Contractor Principles of Political Right. Book I.) şeklinde bu durumu ifade eder. Aslında tüm bu yaklaşımlar, insanların sosyal ve toplumsal olarak yaşayabilmesinin koşulları üzerine düşünceler barındıran, ilişkileri sebep-sonuçlar olarak gerekçelendiren bakış açılarıdır. Bu sebeple bireyin toplum olma süreci, iki farklı insanın aynı kavramlar üzerinde konuşabildiği, nitekim aynı düşünmek zorunda olmadığı ve hatta gerçekleşen etkileşimin her bir insanda aynı kavramlar için farklı ideler yaratabildiği üretici bir süreci doğurmaktadır.
İnsanı özgürlüğünden vazgeçmeye iten bir başka durumu da insanın güvende hissetme ihtiyacı olarak tanımlamamız mümkündür. Bauman, güvenliğin insanları tehdit eden üç tür acıya karşı korunma anlamına geldiğini ifade etmektedir: “kendi bünyemizden”, “dış dünyadan” ve “öteki insanlarla olan ilişkilerimizden” kaynaklanan acı (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 61). Nitekim kontrol altında tutulan bir özgürlük, özgürlüğün tanımı gereği içerisinde büyük bir tezat taşımaktadır:
“Güvenliksiz özgürlük, özgürlüksüz güvenlik durumunun getireceğinden daha fazla mutsuzluğa yol açar… Özgürlükle güvenlik arasındaki mükemmel bir denge durumu belki de mantıksal bir bağdaşmazlık ve pratik bir imkansızlıktır, ama bizatihi bu da daha iyi bir denge formülü aramanın en güçlü nedenidir (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 61-62).”
Bir yandan da kararsızlıktan hoşlanmayan bizler, hayatımız üzerinde bize somut yararlar sağlayabilecek bir düzenin varlığına ve aşkın ya da içkin bir çeşit inançlar dizisine ihtiyaç duyarız. Fakat düzen aynı zamanda kısıtlayıcılığı içerdiği için zaman zaman bunu özgürlüklerimizi tehdit ettiği gerekçesiyle hırpalarız. Kararsız olmamak, özgürce kararlar verebilmek ve eylemlerde bulunmak için karşı konulmaz bir istence sahip olan bizler, aynı zamanda kendimizi sürekli güvende hissetmek ve hayatımızı sürdürürken herhangi bir acı ve tehditle karşılaşmamak istemekteyiz. Peki, sürekli olarak alacaklı olduğumuz bir dünyada sahip olduğumuz bu “irrasyonelliğimizin haz maksimizasyonu” nu bizden çok daha iyi ölçüde karşılayan kişiler ya da grupların var olmadığını söylememiz mümkün mü? Locke’un bana göre iyimserlikle tanımladığı doğa yasasının beşerî etkilerle bir toplum mühendisliğine uğramadığını ve çocukluğumuzdan beri düşünüş biçimimiz üzerinde, irademiz dışında herhangi bir etki yaratmadığını söyleyebilir miyiz?
Ortaçağ’da skolastik düşünceye karşı koymuş fakat günümüzde ise giderek dogmatikleşen bilimsel yaklaşımların, hegomonikleşerek alternatif düşünce sistemlerine filizlenme alanları tanımadığı ve deyim yerinde ise “yağmur yağıyorsa yer ıslaktır” tipi kesinlikli önermelerin sistemin yarattığı kurum ve aktörler tarafından ayakta alkışlandığıve tek metot ilan edildiği bir döneme tanıklık etmekteyiz. İnsanların hükmen rasyonalize edildiği, teknolojik gelişmelerin ne pahasına olursa olsun insanoğlunun iyiliğine olduğunu savunan büyük bir ulus üstü tüzellik ile karşı karşıyayken, bu kesinliğin yerini bireyin kendi hayatı özelinde türlü kararsızlıklar ve belirsizlikler olarak göstermesi ise dikkat çekilmesi gereken bir tezatı oluşturmaktadır. Yine de birtakım etki grupları, bireyler için bu belirsizliğin üstesinden gelecek çeşitli başarı ve mutluluk metotlarını formüle edebilecek cüreti kendilerinde bulabilmektedir. Bu da temelde yapılan/yapılmayan tüm eylemlerin sonuçlarının sorumluluğunu bireyin kendisinde araması gerektiği öğretisine dayanan gizli bir baskıyı, belki de dile getirilemeyen bir toplumsal anlaşmayı beraberinde getirecektir. Birey için ise bu durumun öz kabulüne dayanan gerekçe “biraz daha pohpohlayıcı olan, aklın sahnede yerini almasını kabul eden açıklamalardır: Evet, insanlar kendi nüktedanlıklarını, becerilerini ve büyük bir bilgi birikimini kullanırlar, ama arz edilen bilgi hileli ve yanıltıcıdır ve onlara kendi sorunlarının sahici sebeplerini anlamaya çalışmaları için pek az fırsat sunar (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 21). “Yeterince çalışırsancı” ya da “gerçekten istersenci” düşünce kalıpları tamamen yanlışlanamamak ile birlikte çoğunluk için doğru ya da uygulanabilir değildir. Yeterliliğin ölçüsü ve hangi şartlar altında oluştuğu gözler önünde olmayan bir bilgidir. Ayrıca istenci ölçebilecek bir aracın da teknolojik anlamda icadını sabırsızlıkla beklemekteyiz(!).
“Fazla manipülasyonun en tehlikeli olduğu an, kültürel olarak üretilmiş hayat formüllerinin ve onların dağıtımına ilişkin toplumsal olarak üretilmiş eşitsizliğin taşıdığı kusurların suçunu, üretilen bu formülleri kullanacak ve ihtiyaç duydukları kaynaklar kendilerine arz edilmiş olan özünde aynı erkek ve kadınlara yüklediği zamandır (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 15.).”
İlginç olan nokta kişinin sorumluları tanımlama ve idrakinin önüne geçen açık bir şiddet ya da baskının ona dayatılmayışındadır. Oyun hilelidir ve kazanma ihtimalinin gerçekten var olup olmadığı bir muammadır fakat çevresini kuşatan “ucuz eğlence medyası” ve “aldatıcı tüketici piyasası” kişiyi günümüz toplumunun serbest seçicilerine dönüştürür. Tüketim endüstrisi,ürettiği ürünün kullanım süresini organize edebilecek derecede verimli ve kullanıcıyı bir sonraki tüketime hazırlayacak şekilde harekete geçirici olmayı hedeflerken, bilimselliği bu hedefleri araçsal olarak desteklemek için kullanır. Maruz kalmak ve kabullenmenin eşiğinde hissedilen suç ortaklığı, bireyselleşmenin bir seçenek değil kader olduğunu; seçim özgürlüğü alanında, bireyselleşmekten kaçma ve bireyselleşme oyununa katılmayı reddetme seçeneğinin kesinlikle gündemde olmadığını söylemektedir. Acı çeken ötekilerin yoldaşlığının sağlayabileceği yegâne avantaj, her bir kişiye dertlerle tek başına savaşmanın diğer herkesin de her gün yaptığı şey olduğunu bir kez daha göstermektir… Ancak kişinin başkalarının ortaklığından öğreneceği ilk şey, ortaklığın sağlayabileceği tek hizmetin kişinin kendi onulmaz yalnızlığı içinde nasıl yaşayacağına ilişkin tavsiyesi ve herkesin hayatının, herkesin tek başına yüzleşmesi ve savaşması gereken risklerle dolu olduğudur (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 71-72).
“W.I. Thomas’ın dediği gibi insanların doğru olduğunu farz ettikleri bir şey, sonuç olarak (daha kesin biçimde, onların eylemlerinin kümülatif bir neticesi olarak) doğru olma eğilimi taşır. İnsanlar, “X’in hiçbir alternatifi yok” dedikleri zaman, X eylem alanından eylemin “koşulları alanına hareket eder. İnsanlar “yapılacak hiçbir şey yok” dedikleri zaman, gerçekten de yapabilecekleri hiçbir şey yoktur (Bireyselleşmiş Toplum, Syf. 17).”
Dolayısıyla bireysel olarak mücadele edebilmek için öncelikle farz etmekten vazgeçmeli ve en azından geçtiğimiz duraklarda zihnimize alacağımız düşünce kalabalıkları konusunda seçici davranmalı, belki de bazı durakları es geçmeyi öğrenmeliyiz. Sahip olduğumuz ve gerçekten de bizler için anlam ifade eden düşünce misafirlerimizi ise doğru duraklara ulaştırmaya çalışmalıyız.Toplumsal olarak ise gerçek etkileşimlerin üretken sürecini hatırlamalı ve belki de tersine bir mühendislik ile bu alanları kayda değer duraklarımız arasında tekrardan inşa etmeliyiz. Vücuda alınan her bir ilacın çeşitli yan etkilere sebep olabileceğini aklımızda bulundurarak tüketim alışkanlığının sağladığı kolaylığı, karşımıza çıkan her bir acı ihtimalinde başvurabileceğimiz dopamin iğnelerimiz olarak görmemeliyiz.
Kaynakça:
Bauman, Z., & Alagon Y. (2015) Bireyselleşmiş Toplum, Ayrıntı Yayınları
Hobbes, T., & Lin S. (2016) Leviathan, Yapı Kredi Yayınları
Geçit, B. (2020) “Thomas Hobbes’da Toplum Sözleşmesi, Egemenlik ve Uyrukluk: Egemenin ve Uyrukların Hak ve Yükümlülükleri Nelerdir?”, Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi: 110-124
Locke, J., & Goldie M. (1997) Political Essays, Cambridge University Press
Rousseau, J.-J., & H., C. G. D. (1950). The Social Contract: Anddiscourses, E.P. Duttonand Company, Inc.