Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Tarih:

Fulya Ekmen ile Röportaj: Türkiye’de Engelli Hakları ve Toplumsal Engeller

Diğer Başlıklar

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Fulya Ekmen ile Röportaj:
Türkiye’de Engelli Hakları ve Toplumsal Engeller

Politika, İnovasyon, Tasarım ve Gelişim Merkezi (PİTGEM) olarak sivil toplum perspektifinden Türkiye’de engelli hakları ve bu hakların uygulamadaki yerine ilişkin bir röportaj gerçekleştirdik. Dünyada insan hakları temelli yaklaşımların öncelik kazanması ve bu yaklaşımların uluslararası örgütler tarafından yaygınlaştırılması özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın dünya genelinde yarattığı tahribat ile yakından ilintilidir. Özellikle 1948 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni bu fikir birliği çabasının ilk somutlaştırılmış hali olarak yorumlayabiliriz. 1950 yılı Cenova Konferansı’ndan itibaren Engelli Hakları temelli çalışmaların uluslararası alanda kendine yer bulmaya ve özellikle rehabilitasyon, ayrımcılığın önlenmesi, eğitim-çalışma-sosyal haklar, tedavi hakkı ve farkındalık temelli konular uluslararası platformlarda kendine gündem bulmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler’in engellilik alanındaki faaliyetlerinin Türkiye’yi doğrudan etkilemesine ek olarak; Türkiye’de engelli nüfusun sayımı için gerçekleştirilen en kapsamlı çalışma ise 2002 yılında gerçekleşmiş ve 28 Ekim 2009’da Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde yürürlüğe girmiştir. Günümüzde Engelli haklarına yönelik çalışmalar Türkiye’de ve küresel anlamda hız kazanarak devam etmektedir. Nitekim elde edilen hak temelli kazanımların yanı sıra hala çözümlenememiş toplumsal engeller de varlığını sürdürmektedir. Bu alanda faaliyetlerde bulunan aktörlerin niceliği, niteliği ve iş birlikleri bu hususta giderek önem kazanmaktadır.

PİTGEM olarak bu konulardaki tüm hassasiyetleri paylaşıyor, engelli haklarının hem resmi hem özel kurumların gündemlerinde hem de kamu politikalarında daha çok yer edinmesini destekliyoruz. Bu bağlamda, Down sendromu alanında ülkemizde birçok çalışmaya öncülük etmiş Türkiye Down Sendromu Derneği kurucu başkanı Fulya Ekmen ile Türkiye’de Engelli Hakları ve Toplumsal Engeller üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Fulya Ekmen, 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü bitirmiştir. 1996-2007 yılları arasında banka ve finans sektöründe çeşitli kademelerde görev almıştır. 2007 yılında Down sendromlu kızı Kayra’nın hayatına katılması ile iş hayatına ara vermiştir. 2009 yılında Türkiye Down Sendromu Derneği’nin kurulması için başlayan çalışmalara katılmıştır. 2011 yılında derneğin kurucu başkanı olarak görev almıştır. 2015 yılından beri European Down Syndrome Association (EDSA) (Avrupa Down Sendromu Derneği) Yönetim Kurulu Üyesi ve 2020 yılından beri Başkan Yardımcısıdır. Engelli Çocuk Hakları Ağı kurucu sekretarya üyesi, Eğitimde Eşit Haklar Platformu kurucu üyesi, Acurare Nadir Hastalıklar Danışma Kurulu üyesidir. “Kardeşim Benim” isimli çocuk kitabını yazmıştır ve “Engellilik ve İstihdam” isimli kitabın da yazarları arasındadır.

Röportajın Özeti:

“Hitap ettiğimiz kesimin bir tüzel kişilik aradığını görerek 2011 yılında yolumuza Down Sendromu Derneği olarak devam etme kararı aldık.”

“Devlet kurumlarıyla bir ekip olduğumuzun ve karşılıklı güven içerisinde iyi bir ekip çalışması geliştirmemizin öneminin farkındayız.”

“Birçok bakanlık, sivil toplum örgütleri için geçmişte olmadığı kadar erişilebilir bir konumda.”

“Eylem planları gerçekten ihtiyacı olan kişilerin beklediği şekilde çıkıyor. Bunların oluşumunda sivil toplum dinleniyor, uzmanlar var olan sorunları çok titiz bir şekilde raporlayıp çözüm önerileri sunuyorlar.”

“Yurt dışında ayrımcılık, engellilik, ya da farklı gruplara yönelik yapılan söylemleri değiştirmeye yönelik çok ciddi adımlar atılıyor. Türkiye’nin bunun dışında kalması gibi bir şey söz konusu olamaz ve olmuyor.”

“Türkiye’deki en büyük sıkıntı değişimlerin bir sistemden yoksun olarak gerçekleşmesinde ve kaynağının baştaki yöneticilerin vizyonları ile sınırlı olarak kalmasında yatıyor.”

“Çok fazla değişimin olduğu yerde bir kurum hafızası kalmıyor.”

“Sosyal model, insan hakları modeli ve erişilebilir sağlık hizmetleri, engelli bireyler için bağımsız yaşayabilmenin temelini oluşturuyor.”

“Çevre etkisini dolayısıyla sosyal modeli hesaba katmadan, engelli bireyi çevresinden bağımsız değerlendirip ihtiyaçlarını belirlemek ya da ona çevresinden bağımsız hizmetler sunmak, kaynakların boşa harcanmasına sebep oluyor.”

“Zihinsel özel gereksinimli kişileri düşündüğünüz zaman onların kolaylaştırıcı materyallerle ya da anlaşılabilir içeriklerle adalete erişiminin ya da adaletle ilgili bilgi sahibi olabilmelerinin önünde engeller bulunuyor.”

 “Türkiye’de özel eğitim alanında var olan şikayetlere rağmen uluslararası mahkemelerde bu alanda herhangi bir emsal karar ya da dava bulunmuyor.”

“Erişilebilirlik denilince herkesin gözü önüne fiziksel erişilebilirlik geliyor. Fakat zihinsel özel gereksinimli gruplar için kolay anlaşılabilir metinler, kolay anlaşılabilir yönlendirmeler, el kitapları gibi kolay anlaşılabilir uygulamalar hiç aklımıza gelmiyor. Bunlar da aslında erişilebilirlik standardıdır.”

“Avrupa’daki destekli istihdam uygulamalarına baktığımızda bu uzmanların yılda yapabileceği işe yerleştirme sayısı maksimum 20-30 kişidir.”

“İş etiğini, istihdamın nasıl gerçekleşeceğini, engelli bireylerin orada nasıl çalışması gerektiğini, onlardan performans beklenmesi gerektiğini, çalıştığı ortama gerekli desteği verebilmesini işler bir düzene oturtabilmenin yolu yine kanun ve uygulamalardan geçiyor.”

Röportajın Tam Metni:

Fulya Ekmen ile Röportaj:
Türkiye’de Engelli Hakları ve Toplumsal Engeller

“Down sendromlu bireyler için neler yapılabileceğini tüm Türkiye’nin gündemine taşıdık ve bu alanda hızla kurumsallaşmaya ağırlık verdik”

Türkiye Down Sendromu Derneği’nin aktivist ve öncü yanını okuyucularımız ile paylaşmak istiyoruz.  Türkiye Down Sendromu Derneği’nin bir platformdan 2011 yılında derneğe geçiş hikayesinin nasıl gerçekleştiğini anlatır mısınız?

Aslında Türkiye Down Sendromu Derneği çalışmalarına 2009 yılında bir platform olarak başladı. Bu platformda başta üç arkadaş olarak bir araya geldik ve başta dernekleşmeyi hiç düşünmemiştik. Daha önce birbirimizi tanımıyorduk fakat hayallerimizin ve bu alanda yapmak istediğimiz şeylerin ortak olduğunu gördükçe iyi bir etkileşim yakaladık. Platform olarak devam ettiğimiz dönemde İstanbul Beyoğlu’nda ilk defa düzenlenen Down Sendromu Dostluk Yürüyüşü’nü gerçekleştirdik. Ardından ilk defa Down Sendromu alanında bir seminer düzenledik. Hem yürüyüşte hem seminerde yoğun bir ilgi ile karşılaştık. Daha sonra İngiltere’den “Shifting Perspectives (Algıları Değiştirmek)” başlıklı bir fotoğraf sergisini Türkiye’ye getirdik. Bu sergi İstanbul’da 3 ay boyunca 13 farklı mekânda sergilendi. Daha sonra sergi İzmit’e de taşındı. Biz bunları yaptıktan sonra bize karşı daha fazla bir ilgi oluştu ve Down sendromlu bireyler için neler yapılabilir sorusu daha fazla gündeme gelmeye başladı. Bununla birlikte platform olarak devam edemeyeceğimizi ve hitap ettiğimiz kesimin bir tüzel kişilik aradığını görerek 2011 yılında yolumuza Down Sendromu Derneği olarak devam etme kararı aldık. Covid-19 pandemisinin hemen öncesinde ise bizim için gurur kaynağı olan bir gelişme yaşandı ve dernek ismimizin önüne “Türkiye” adının eklenmesi İçişleri Bakanlığı’nın izni ile uygun görüldü.

‘Dernek’ statüsü kazanınca ilk olarak neler yaptınız? Dernek nasıl kurumsallaştı ve gelişti?

Dernek olarak faaliyetlerimize ilk başladığımızda Down sendromlu bireylerin aileleriyle toplantılar düzenledik. Bunlar bizim için her zaman çok özel deneyimler oldu. Hepimiz birbirimizden bir şeyler öğrendik ve birbirimize destek olduk. Toplantılarımızı İstanbul’da yapıyorduk ama Ankara’dan bile katılımcılarımız oluyordu. Derneğimiz bu şekilde adım adım büyüdü. Daha sonra özellikle 18 yaş üstü Down Sendromlu bireylerin yaşadıkları sıkıntıları gördükçe çalışmalarımızı onların ihtiyaçlarına odaklanarak devam ettik. İstihdam, bağımsız yaşam, öz savunuculuk gibi Türkiye’de Down Sendromlu kişilere veya özel gereksinimli kişilere yönelik halihazırda bulunmayan eğitim programları oluşturduk.  Bu programları uygulamaya hala devam ediyoruz ve yavaş yavaş daha küçük yaş gruplarına yönelik mevcutta uygulanmayan programlar konusunda neler yapabileceğimiz üzerinde çalışıyoruz. Sosyal hizmet uzmanımız, bilimsel komitemiz, danışman kurulumuz ve eğitmenlerimizin katkıları ile aile danışmanlığı hizmetimiz, yasal danışmanlıklarımız, savunuculuk çalışmalarımız ve ailelere yönelik eğitimlerimiz başlangıçtan beri hep devam ediyor.

COVİD-19 salgınından sonra çalışmalarınız nasıl etkilendi?

Covid-19 salgınından sonra bütün eğitimlerimizi çevrimiçi platformlara taşıdık ve canlı eğitimler yaptık. Şimdi ise bir dijital dönüşüm başlatarak bu eğitimlerimizin devamlılığı sağlamak adına bir çevrimiçi eğitim platformu kuruyoruz. Ekim sonuna kadar bu platformu hizmete sokmayı planlıyor ve daha fazla kişiye ulaşacağımızı ümit ediyoruz.

“Kamu kurumları ile iki karşı kurum gibi değil, tam tersi yanlış giden ya da daha iyi olabilecek şeyleri birlikte düzeltmeye çalışan kurumlar gibi iş birliği içinde olmayı kendimize hedef olarak koyduk. Bu şekilde devam ediyoruz”

Kamu kurumları ile ilişkilerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Savunuculuk, lobi faaliyetleri, kamu kurumlarıyla görüşmeler düzenleme ve mevzuat önerilerinde bulunma gibi faaliyetlerimize hep devam ediyoruz. Bakanlıklarla sürekli ilişkide kalmaya çalışıyoruz. Hakkımızı savunmak adına yasal düzenlemeleri sürekli olarak takip ediyor ve gerektiğinde idari başvuru ve mevzuat değişikliği taleplerinde bulunuyoruz. Bu değişiklikleri yapan kurumlarla aslında bir ekip olduğumuzun ve karşılıklı güven içerisinde iyi bir ekip çalışması geliştirebilmemizin öneminin farkındayız. Verilen hizmetlerin kalitesini artırmak üzere birlikte nasıl çalışabileceğimize odaklanıyoruz. İki karşı kurum gibi değil de yanlış giden ya da daha iyi olabilecek şeyleri birlikte düzeltmeye çalışan kurumlar gibi iş birliği içinde olmayı kendimize hedef olarak koyduk. Bu şekilde devam ediyoruz.

Kamu kurumları ile gerçekleştirdiğiniz ortak çalışmalarınızda olumlu yönde ve üstüne koyarak ilerlediğiniz ne gibi konular oldu? Bu iş birliğinin zorlukları nelerdi?

Bir kere bürokrasi ya da devlet dediğiniz kurumu değerlendirirken gerçekçi olmak zorundayız. Çok büyük bir oluşumdan söz ediyoruz. Çeşitli bakanlıklar ve bu bakanlıklara bağlı çeşitli birimler var. Her birinin çalışırken bağlı olduğu çeşitli mevzuatlar var, bazılarının kesiştiği ve bazılarının da fikir ayrımına düştüğü konular var. İlgilenmeleri gereken hizmet, sorun ve çözümler var.

Öncelikle olumlu tarafından değerlendirmeye başlayalım. Artık eylem planları hazırlanırken sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerilerinin alındığını ve önemsendiğini görüyoruz. Devlet kurumları uzun zamandır sivil toplumun ilgili oldukları konularda dahlini sağlıyor ve baktığımızda “Evet, gerçekten bizi duymuşlar.” diyebiliyorsunuz. Bunu hazırladıkları raporlarda görebiliyorsunuz. Ayrıca birçok bakanlık, sivil toplum örgütleri için geçmişte olmadığı kadar erişilebilir bir konumda. Birlikte çalıştığımızda, aynı şeylerden mustarip olduğumuzu ve bir olayın uygulayıcısının, hizmet alanının çeşitli sıkıntılar çektiğini, çözümün ise bu iki tarafın ilişkisini düzelterek olabileceğini görüyorsunuz.

Bir diğer yandan da devlet bürokrasisi ve onay mekanizması sebebiyle bir talebin gerçekleşmesi uzun süreler alabiliyor. Dış ve iç siyaset ya da siyasi gündem faaliyet planımızın önüne geçebiliyor ve engellilik alanında çalışan sivil toplum örgütleri bu gibi gecikmelerden etkilenebiliyor. İkincisi kurumların içerisinde bazen çok sık kadro değişikliği yapıldığını tanık oluyoruz. Ya da ilgili personelin yer değişikliği gerçekleşebiliyor. Bu durum da süreçleri uzatıyor.

Bir yere kadar geliyorsunuz, konuşuyorsunuz, anlaşıyorsunuz, bir sorunun ve çözümünün üzerine mutabık kalıyorsunuz, sonrasında ise süreç sil baştan tekrar yaşanabiliyor.

Fotoğraf 2: Türkiye Down Sendromu Derneği Üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM’de).
(Kaynak: © PİTGEM, 2022)

“Engelli hakkı denen şey aslında insan hakkıdır”

19. yüzyıldan beri Engellilik kavramına karşı biri tıbbi biri sosyal yaklaşım olmak üzere iki farklı yaklaşıma tanık olduğumuzu görüyoruz. Tıbbi yaklaşım engelliliği önlemeye yönelik bir amaç güderken, sosyal yaklaşıma göre Engellilik; “engeli olmayan insanların ayrımcı ve etiketleyici görüşleriyle ortaya çıkan, sınırlayıcı yasalar, politikalar ve kurumsallaşmış alışkanlıkların sonucu olarak toplumun yarattığı bir durumdur.” Peki sizce bu tanım Türkiye özelinde ne kadar doğru ya da kabul gören bir tanım, bu konuda bizi bilgilendirebilir misiniz? Tıbbi yaklaşımın aksine sosyal yaklaşımın bu alana kattığı değer sizce nedir?

Engelliliğe bakış açısı ve modelleri ile ilgili söylediğiniz gibi çeşitli yaklaşımlar bulunuyor. Tıbbi model ve sosyal modele ek olarak burada insan hakları modeli olarak üçüncü bir modelden de söz edebiliriz. Dönüp baktığımızda uygulamalar ve beklentiler birbirinden farklı gerçekleşiyor. Ülkemizde ve gelişmekte olan diğer ülkelere baktığımızda engelliliğin tıbbi model üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Daha çok bir hastalık, sakatlık ya da normalden sapan bir durumu düzeltmeye ve tedavi etmeye odaklanılmış bir yaklaşım olarak. Dolayısıyla konuya tıbbi model perspektifinden yaklaştığımızda yaşanan sorunları engelin, sakatlığın kendisine veya nadir bir hastalıksa hastalığın kendisine bağlıyorlar. Sanki bütün sorunların sebebi buradan kaynaklanıyormuş gibi. Tabii, çözümler bunu düzeltmeye ya da bunun etkisini yine kişiye müdahale ederek azaltmaya yönelik oluyor. Ama baktığınızda kişi içinde yaşadığı toplum ile var oluyor. Nitekim masaya koyduğunuz bir bardak, bardağı üstüne koyduğunuz masa ile etkileşim halindedir. Masa kırılırsa, bardak da kırılır. Yani biz bunu bile dikkate almadan, sadece tıbbi model üzerinden gidersek: Evet, bu işi çözemiyoruz demektir.

Engelli bireylere yaklaşım ya da kamu politikası oluşturulurken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlar nelerdir?

Öncelikle bireyin söz konusu olduğu eksende çevresiyle etkileşimini ve çevresinin ona yarattığı kolaylıkları ve zorlukları, bariyerleri ve kolaylaştırıcı özellikleri göz önünde bulundurmak gerekiyor. Aynı tür engelliliğe ve aynı oranda yeti yitimine sahip iki kişi düşündüğümüzde bile şehirde yaşayan ve daha küçük bir kasabada veya köyde yaşayan kişinin, engel düzeylerinin birbiriyle aynı olmadığını görürüz. Niye? Çünkü hayata katılımları, katılım ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların karşılanma şekilleri aslında birbirilerinden farklı gerçekleşiyor. Dolayısıyla, baktığınızda daha küçük bir yerde yaşayan bir kişinin daha bağımsız yaşadığını gözlemleyebiliyorsunuz. Tıbbi olarak baktığımızda aynı engel oranından söz ediyoruz fakat günlük hayata baktığınızda hiç de göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz.

Kısacası çevre etkisini dolayısıyla sosyal modeli hesaba katmadan, engelli bireyi çevresinden bağımsız değerlendirip ihtiyaçlarını belirlemek ya da ona çevresinden bağımsız hizmetler sunmak, kaynakların boşa harcanmasına sebep oluyor. Diğer taraftan baktığımız da toplumda çoğunluk her zaman haklı değildir. Bizim ortaya koyduğumuz ve başka dezavantajlı ya da azınlıkta kalan grupları düşünmeden hazırlanan mevzuatlar, uygulamalar, binalar, yollar, yapılar elbette ki bu kişilerin engelliliklerini daha çok arttırıyor.

Fotoğraf 3: Bağımsız Yaşam. (Kaynak: © PİTGEM, 2022)

Engelli bireylere karşı tıbbi destek yanında ailenin, çevrenin tutumları ve içinde bulunduğu şartların çok önemli olduğunu gittikçe toplum da daha çok idrak ediyor. Bunda sizlerin de katkısı çok büyük. Engelli bireylere karşı tutumda ailelerin yaklaşımına dair önerileriniz var mı? Durumu sağlıklı olmak, sağlıksız olmaktan çok birey hakları bağlamında mı görmeli aileler de? Tıbbi model ve sosyal modelin ötesinde bir yaklaşım da gelişiyor mu?

Evet, gelişiyor ve bunu daha çok yaymalıyız. Ailenin de çevrenin de benimsediği tutumların yarattığı önemli etkiler var. Yani bir ailenin engeli olan çocuğuna yaklaşımı, o çocuğun daha bağımsız olmasına ya da daha bağımlı hale gelmesine birinci elden neden olabiliyor. Dolayısıyla, bizim kesinlikle insan hakları temelli bir yaklaşıma paralel olarak sosyal modeli benimsememiz gerek. Özünde hepimizin birey olarak toplum içinde şu bakış açısına sahip olması gerekiyor: Engelli hakkı denen şey aslında insan hakkıdır. Günümüzde neden engelli hakları beyannamesi gibi bir metinden söz ediyoruz? Neden bizler engelli hakları, çocuk hakları diye ayrımlara gitmek zorunda kalıyoruz? Bunu yine toplumun kendi yarattığı bir sorunun çözümü olarak yapıyoruz. Çünkü hala bir yasa çıktığında bu yasanın engelli kişileri, çocukları, dezavantajlı grupları da kapsadığını idrak edemiyoruz, bunu başka destekleyici düzenlemelerle vurgulamak, tabiri caizse tarafların gözüne sokmak ihtiyacındayız. Aslında büyük resme baktığımızda bunların hepsi, insan haklarının içerisinde yer alıyor. Dolayısıyla konuya hak temelli bakmak çok önemli ve tabii ki, bunu yaparken katılımı arttırmak da çok önemli. Bu ikisini merkeze koyduğumuzda engelliliğe ve engelli kişilerin yaşadığı sorunlara dair pek çok şeye çözüm üretebiliriz. Birincisi yaptığımız her şeyde onların haklarını gözeterek, onların ulaşamadığı ve hakkı olan şeylere erişimlerini sağlayacağız. İkincisi bunları yaparken sosyal hayata katılımlarını herkesle birlikte olacak şekilde planlayacağız.

Engelli bireylerin hakları konuşulurken onların ‘anormal’ olduğu ya da ‘sağlığının bozuk olduğu’ gibi bakış açıları mı sadece tıbbi modelin öne çıkmasına neden oluyor sizce?

Bunun etkisi var ama dediğimiz gibi engelli bireyler kesinlikle ‘anormal’ ya da ‘sağlıksız’ bireyler olarak görülemez, bu bakış açısı tamamen geçmişte kalmalıdır. Elbette işin tıbbi tarafını da gerektiğinde devreye katmak gerek. Çünkü bu işin nadir hastalık kısmını düşündüğümüzde ya da bazı engel gruplarında tıbbi müdahalelerin gerekliliğini düşündüğümüzde tabii ki sağlıkla ilgili, tıpla ilgili hayati bir durumdan söz ediyoruz. Ama engeli tamamen bunun üzerine yapılandırmak doğru değil. Tıbbi modelin yarattığı söylem etkisine bir örnek olarak bazı aileler çocuklarından bahsederlerken; biri engelli biri sağlıklı iki çocuğu olduğundan söz edebiliyor. Aslında bir çocuğu engelli, öbür çocuğunun engeli yok ama sonuçta ikisi de sağlıklı. Kısacası, sağlıklı olmak ya da olmamak engelli olma durumu ile paralel gelişen bir durum değil.

Fotoğraf 4: Türkiye Down Sendromu Derneği Üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM’de).
(Kaynak: © PİTGEM, 2022)

“Engellilik alanında bağlayıcı bir planlama ve bir sistemin yaratılması gerekiyor”

Türkiye’de engelliliğe dair sosyal yaklaşımın ne gibi etkileri söz konusu? Hangi konularda eksiklerimiz bulunuyor?

2007 yılında benim Down Sendromlu kızım dünyaya geldi. Dolayısıyla benim sivil toplumla ve engellilik ile haşır neşir olmam ve bu konuyla ilgilenmem o zamandan sonrasına dayanıyor. Bugün ile 2007 yılını karşılaştırdığınızda hem kamunun hem de kamuoyunun yaklaşımında bariz farklar var. Aslında genel olarak dünyada da bu konulara bakış açısında ciddi değişiklikler olduğunu görüyorum. Bir vizyon değişikliği var, tabii ki kötü uygulamalar var ama pek çok iyi uygulama da var ve bu alana kaynaklar aktarılıyor. Ayrıca internetin, sosyal medyanın, televizyonun, uluslararası film platformlarının da bu bakış açısında ciddi etkileri olduğunu düşünüyorum. İnsanlar artık dünyadaki gelişmeleri daha kolay görüyor. Dolayısıyla yurt dışında ayrımcılık, engellilik, ya da farklı gruplara yönelik yapılan söylemleri değiştirmeye yönelik çok ciddi adımlar atılıyor. Türkiye’nin bunun dışında kalması gibi bir şey söz konusu olamaz ve olmuyor.

Dünyada da Türkiye’de de bir şeyler değişiyor ama sıkıntılar da devam ediyor. Sizce bu konularda ülkemizdeki en büyük sıkıntı nedir?

Bence Türkiye’deki en büyük sıkıntı değişimlerin bir sistemden yoksun olarak gerçekleşmesinde ve kaynağının baştaki yöneticilerin vizyonları ile sınırlı olarak kalmasında yatıyor. Düzenlemeler, iyileştirmeler kişilerin konuya yaklaşımlarına ve bireysel tutumlarına bağlı kalıyor. Örnek olarak bir kamu yetkilisinin önemsediği konuyu, onun yerine gelen kişi önemsemeyebiliyor. Kurumsal hafıza da görevden giden kişi ile birlikte kaybolabiliyor. Bu sebeple, engellilik alanında bağlayıcı bir planlama ve bir sistemin yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal farkındalık çok kıymetli ve bunda ciddi bir yol kat ettiğimizi düşünüyorum ama toplum ne kadar farkında olursa olsun, ben engelli çocuğum ile beraber, çocuğum okula başladığında nerede ne ile karşılaşacağını bilemiyorsam bu farkındalık bana bir şey kazandırmıyor. Dolayısıyla yol gösterici bir sistem olması, Türkiye’nin farklı yerlerinde farklı sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitim açısından da farklı ailelerin bulunduğunu düşünürsek, akan bir sistemin olması çok önemli. A’dan Z’ye hem tıbbi hem eğitsel açıdan hem de sosyal açıdan aileyi ve çocuğu destekleyecek bir sistemin devlet tarafından geliştirilmesinin hayati bir önem taşıdığını düşünmekteyim. Nitekim, çok gelişmiş ülkelerde bile bu konularda ciddi sıkıntılar yaşandığını görüyoruz.

Başka ne gibi sıkıntılar gözlemliyorsunuz?

Özellikle dünya ekonomisinin çalkantılı dönemlerinde engellilere yönelik hizmetlerin daha geri plana itildiğini ya da ertelendiğini, bu alana ayrılan kaynakların bir tık daha azaltıldığını görüyoruz. Bu gerçekleri de kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin, Covid-19 başlangıcında neler oldu?  Çocuklar okullara gidemediler. Tüm okullar kapandı ve bütün dünya büyük bir şaşkınlığa uğradı fakat yine de bir süre sonra çevrimiçi eğitimlerle engeli olmayan, gelişimsel olarak standart gelişen çocuklara yönelik eğitimler başladı. Engellilere yönelik özel eğitimler ise geri plana itildi. Sadece örgün eğitimleri değil, rehabilitasyon destek hizmetlerinin bir kısmı hiç başlamadı. Baktığınızda bu ciddi bir sıkıntı. Devlet olarak da bizim engellilik ile ilgili hizmetlere yaklaşımımız ve bunu gerçekleştirecek kapasitemiz nedir sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Bunu değerlendirmek için bence şu soruyu sormalıyız: Acil ya da olağanüstü bir durumda, engellilere sağlanan hizmetlerin aksamamasını sağlayabilecek yapıda mıyız? Eğer bunun cevabını verebiliyorsak toplumun zaten çok büyük bir kısmına ulaşabiliyoruz demektir.

Bu alanlarda kamu politikası oluşturulmasında mı yoksa uygulamada mı daha çok sıkıntılar görüyorsunuz?

Uygulama çok daha sıkıntılı maalesef. Günümüzde kamu kurumları vizyon belgelerini, ulusal eylem planlarını açıklıyor. Bunların sivil toplum ve paydaşların iş birliği ile hazırlanıyor olması ve öncesinde çalıştaylar yapılıyor olması takdire şayan gelişmeler. Bu belgelere baktığınızda o kadar güzel şeyler yazıyor ki. Ama uygulamaya baktığınızda maalesef bunlar masada kalıyor. Son on yılda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bakan, özel eğitim dairesi, özel eğitim genel müdürü, daire başkanlıklarında yaşanan görev değişikliklerine bakabilirsiniz. Çok fazla değişimin olduğu yerde zaten bir kurum hafızası kalmıyor. Zaten bir yere geldiğinizde oranın işleyişini anlamanız belli bir süre alır. Her iş için geçerlidir bu. Bir Milli Eğitim Şurası yapıldı ve şurada birçok karara imza atıldı. Şuranın çok uzun bir sürenin ardından yapılıyor olması önemli bir gelişmedir. Çünkü bunlar tarihe bir nottur, gerçek bir hafızadır. Ama bunları hayata geçirecek kişilerin o görevlerde daha uzun kalması ve uygulamaların denetlenmesi gerekiyor. Kişinin değil bu görevlerin yapılıp yapılmadığını, çıktılarının nasıl yansıdığının denetlemesi gerekiyor. Bu iki bacak henüz oturmadı ve o yüzden ilerleyemiyoruz. Bunlar olsa zaten ortada hiçbir sıkıntı kalmayacak.

Bir başka açıdan bakacak olursak; eylem planları gerçekten ihtiyacı olan kişilerin beklediği şekilde çıkıyor. Bunların oluşumunda sivil toplum dinleniyor, uzmanlar var olan sorunları çok titiz bir şekilde raporlayıp çözüm önerileri sunuyorlar. Türkiye şu an bu iki bacağı çok iyi oturtmuş gibi gözüküyor. Artık bundan sonrası dediğim gibi bunun uygulanması ve denetlenmesi ile ilgili. Bunları da halleder hale gelebilirsek, bence gerçekten bir ivmelenme ve bir sıçrama yakalayacağız.

Fotoğraf 5: Robert Cem Osborn, Birleşmiş Milletler’deki (BM’deki) konuşması, Dünya Down Sendromu Günü. (Kaynak: © PİTGEM, 2022)

“Kapsayıcı bir toplumu, kapsayıcı iş ortamları yaratarak elde etmek gerekiyor”

Son olarak, Türkiye’de engellilik özelinde adalete erişim, bağımsız yaşayabilme ve istihdam kavramlarını nasıl değerlendirmemiz gerekir?  

Şöyle ki Türkiye’de bu konuya baktığınızda, adalete erişebilmek ayrı bir şey, eriştiğinizde sonuç alabilmek ayrı bir şey. Çoğu insan, bir sonuç alamayacağını düşünerek bu yolu çok tercih etmiyor. Burada haklılık payları nedir? Süreçlerin çok uzun olması. Şimdi, idari başvurularda cevap sürelerinin 30 güne düşürülmesi gibi yeni bir uygulamalar var. Bunlar süreci hızlandıran gelişmeler ama dava süreçleri yine uzun sürelere tekabül ediyor. Maliyetli olması, çıkan bazı kararların uygulanmıyor olması gibi en başta yaşanan birtakım sıkıntılar var. Diğer taraftan da adalete zihinsel ve fiziksel erişilebilirlik konusunda sıkıntılar var. Zihinsel özel gereksinimli kişileri düşündüğünüz zaman onların kolaylaştırıcı materyallerle ya da anlaşılabilir içeriklerle adalete erişiminde ya da adaletle ilgili bilgi sahibi olabilmelerinin önünde engeller bulunuyor.

Bizlerin de hakkımızı arama ya da adalet kurumlarını çalıştırma konusunda pasif kaldığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Bu süreç bize zor geliyor ve takip etmiyoruz. Daha önce söylediğim sebeplerden dolayı sürecin uzun olacağını düşünüyor ve kendi sorunumuzu alternatif yollarla çözmeyi deniyoruz. Eğer çözümü bulursak yaşadığımız probleme bir daha dönüp bakmıyoruz. Hâlbuki bizden sonra benzeri problemleri yaşayacak kişilerin işleri belki bizim sayemizde daha kolay olacak. Bana şöyle bir şey söylenmişti, bu çok manidar: Türkiye’deki özel eğitimle ilgili şikayetlerin bu kadar çok dillendirilip de uluslararası mahkemelerde özel eğitim konusunda çıkan herhangi bir emsal kararın ya da davanın bulunmaması çok ilginç.

Bağımsız yaşayabilmek de zaten ilk başta konuştuğumuz sosyal katılımı güçlendirme kavramı ile yakından ilgili. Sosyal model, insan hakları modeli ve erişilebilir sağlık hizmetleri, bağımsız yaşayabilmenin temelini oluşturan hususlar. Bunlar sağlanmadan bu bireyler için bağımsız yaşıyorlar dememiz açıkçası çok mümkün değil. Özellikle, zihinsel özel gereksinimi bulunan kişilerde bunun oranı zaten çok düşüktü. Fiziksel engellilerin ise herhangi bir kafede, restoranda ya da kaldırımda yürürken karşılaşabileceği zorlukları kolaylıkla tahayyül edebilirsiniz. Yani çok basit şeylerde dahi hala sıkıntılar var. O yüzden bağımsız yaşayıp topluma dahil olamayan engelli kişilerin haklarından tam olarak yararlanabildiğini düşünmüyorum. Erişilebilirlik ile ilgili yapılacak olan düzenlemelerin yürürlüğe girme tarihi ise ne yazık ki, son torba yasayla yine uzatıldı.

Erişilebilirlik sıkıntıları ile ilgili kastettiğiniz nedir? Bu konuda bir standart ya da ulaşmamız gereken bir aşama var mı?

Erişilebilirlik denilince herkesin gözü önüne fiziksel erişilebilirlik geliyor. Önce otobüse binebiliyor muyum, sokağa çıkabiliyor muyum, tekerlekli sandalyeyle gitmek istediğim yere gidebiliyor muyum, görme engelliler için uyarılar var mı ya da işitme engelliler için tercüman var mı, gibi konuları irdeliyor. Fakat zihinsel özel gereksinimli gruplar için kolay anlaşılabilir metinler, kolay anlaşılabilir yönlendirmeler, el kitapları gibi kolay anlaşılabilir uygulamalar hiç aklımıza gelmiyor. Bunlar da aslında erişilebilirlik standardıdır. Bunlar tam olmadan o kişilerin bağımsız yaşayabilmesi mümkün değildir. Buna kişisel asistanlık sistemi de giriyor. Tamam, kişisel asistanlık sisteminde belki biri ona yardım ediyor ama o da yine bireyin bağımsız yaşayabilmesi için bir gereklilik teşkil ediyor. Bu konuda eğitim programlarına baktığımızda, dernek olarak yürüttüğümüz eğitim programının gerçekten çok başarılı olduğunu düşünüyorum fakat bunun dışında uygulamalı, kabul edilmiş ve yaygınlaşmış bir eğitim programının olduğunu henüz görmedim.

Engelli bireylerin çalışması ve istihdamı konusundaki görüşleriniz nedir?

Çalışma ve istihdam konusunda ise engellilik ile algıların iş yerlerinde farklı şekillerde anlatılması gerekiyor. Günümüzde devletin uygulamaya koyduğu engelli personel kotaları mevcut. Bu kotalar da olmasa durumumuz içler acısı olabilirdi. Yine de kota ve cezalara rağmen teşvik sisteminin güçlendirilmesinin engelli istihdamına yönelik daha olumlu bir etkisi olacağını düşünüyorum. İŞKUR birkaç senedir destekli istihdam modeliyle ilgili yaygınlaştırma çalışmaları yapıyor. Biz de İŞKUR’a yönelik iki eğitim programı düzenledik ve iş koçları yetiştirdik. Fakat bunun sürdürülebilir kılınması için bu konuya bütçe ayrılması gerekiyor. Bahsettiğimiz bu iş koçlarına yani engelliler ile çalışan meslek uzmanlarına baktığımızda üstüne kayıtlı 3 bin kişinin olduğunu görüyoruz. Bir iş koçunun 3 bin kişi ile ilgilenmesi, onları işe yerleştirmesi, bu grubun sık sık iş değiştirebilme durumu olduğunu da düşünürsek nasıl verimli olabilir ki? Bu anlamda sahip olduğumuz iş koçlarının sayısı çok yetersiz kalıyor.

Avrupa’daki destekli istihdam uygulamalarına baktığımızda ise bu uzmanların yılda yapabileceği işe yerleştirme sayısı maksimum 20-30 kişidir. Çünkü burada özelleştirilmiş bire bir hizmet vermek gerekiyor. Bunu sağladığınız zaman ise zaten o insanların bulunduğu işlerden ayrılma oranlarının azaldığını çünkü iş sürecinde destek alabildiklerini görüyorsunuz. Bu da sizin başka engelli bireylerle ilgilenebilmenizin önünü açan bir sistemi beraberinde getiriyor. Düşünsenize, zihinsel engelli bir bireyden bahsediyoruz. Uygun işi onun için buluyor ve kişiyi bu iş ile eşleştiriyoruz. Hadi bakalım işe yerleştirdik. Kişiye, iş yerinde o işe uygun desteği vermezseniz 2 gün sonra işten çıkıp tekrar yanınıza geliyor. Siz bir başkasına harcayabileceğiniz enerjiyi tekrar ona harcamak durumunda kalıyorsunuz. Ek olarak, bir de iş yerini ikna etmeniz gerekiyor. Başka bir engelli bireyi, ikinci defa aday olarak önerdiğinizde daha önce önerdiğiniz kişiyle yaşadıkları sorunları dile getiriyorlar. Bütün bunları üst üste koyduğumuzda ise Avrupa’daki destekli istihdam modelini ülkemizde geliştirmeye yönelik yapılacak yatırımların bir katma değer olarak geri döneceğini düşünüyorum. Aslında mükemmel bir kaynak tasarrufu yapacaksınız. Devletin özel sektörü ve kamu kurumlarını motive ederek destekli istihdam modelini yaygınlaştırılması gerekiyor.

Günümüzde Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ne ve insan haklarına aykırı olan korumalı işyerleri açılmaya çalışılıyor. Bunlar özünde engellileri toplumdan ayrıştıran ve izole eden iş yerleridir. Dolayısıyla kapsayıcı bir toplumu, kapsayıcı iş ortamları yaratarak elde etmek gerekiyor. Kapsayıcı iş ortamı ne demek? Engelli bir bireyin engelli olmayan bireylerle aynı ortamlarda, aynı haklarla çalışabilmesi demek. Dolayısıyla buna yönelik bir yönlendirme yapılması gerekiyor. Bunun yolu da destekli istihdam programlarının bir politika olarak benimsenmesi ve desteklenmesidir.

 Kimi kurumlarda engelli personellerin varlığının sadece kâğıt üzerinde olmasının engelli bireyler üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu maalesef zaman içerisinde bazı engelli bireylerin de böyle beklentilere sahip olmasına sebep olabiliyor. İnsanoğlu tembelliğe kolaylıkla alışabilir. Böyle durumlarda ücret ve sigorta beklentisinin karşılandığı ölçüde engelliliğini kullanan bireyler de oluyor. Bu iki taraflı bir ilişki fakat işi düzeltebilmenin yolu yine devletten geçiyor. İş etiğini, istihdamın nasıl gerçekleşeceğini, engelli bireylerin orada nasıl çalışması gerektiğini, onlardan performans beklenmesi gerektiğini, çalıştığı ortama gerekli desteği verebilmesini işler bir düzene oturtabilmenin yolu yine kanun ve uygulamalardan geçiyor.

Fotoğraf 6: Türkiye Down Sendromu Derneği Üyeleri ile birlikte ortak etkinlik.
(Kaynak: © PİTGEM, 2022)

Türkiye’de Engelli Hakları ve toplumsal engeller hakkında gerçekleştirdiğimiz bu bilgilendirici sohbet ve değerli tecrübelerinizi bizimle paylaştığınız için Politika, İnovasyon, Tasarım ve Gelişim Merkezi (PİTGEM) olarak çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızın devamını dilerim.

 

Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Diğer Yazılar