Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Tarih:

Kapitalizm Üzerine Ekomerkezci Bir Deneme

Diğer Başlıklar

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Özet

Newtoncu mantıktan hareketle inşa edilen mekanik dünya ideali bugün için artık sürdürülebilir değil. Paradigma değişimi zaruri olmakla birlikte, temel motivasyonunu insandan alan, kaynakların fütursuzca kullanılmasını engelleyecek ve ilerlemenin daha adil bir düzlemde gerçekleşmesini sağlayacak yeni bir dünya fikri artık ötelenmesi mümkün olmayan bir sorumluluk. Aksi hâlde insanoğlu, kendinden sonrası neslin yani torunlarının hayatlarından çalmaya devam edecek.

Bugünlerde hemen hemen herkes içinde bulunduğumuz doğal ortamın geçtiğimiz yüzyıla, son elli yıla ve son on yıla oranla çok başka olduğu konusunda neredeyse hemfikir. Doğal çevrede meydana gelen bu değişimlerin canlılar açısından bir risk mi yoksa evrimsel sürecin bir parçası mı olduğuna dair çeşitli bilimsel çalışmalar yapıldığını, retorikler geliştirildiğini biliyoruz. Bu değişimin nedenlerinden sonuçlarına kadar kafa karıştıracak birçok nüvenin elimizde olduğundan her birimiz gibi ben de haberdarım. Açıkçası girişmekte olduğum konuya dair bilimsel değerlendirme yapabilecek bir ruhsatım yok. Genel geçer ruhsatlardan hiçbirine sahip değilim. Daha çok bir melâlin izahı olarak niteleyebileceğimiz bir bağlamda Ekolojik kriz üzerine bir deneme sunacağım. Ekolojik kriz başlığı altında tartışacağım vakıaların ciddiyetine ilişkin pek çok farklı yaklaşım mevcut. Bunların arasında, dünyanın sonunun geldiğini iddia edenlerden, bunun normal bir evrimsel süreç olduğunu söyleyenlere kadar ciddi bir yelpaze mevcut. Peki bizce dünyamızda yaşanan bu kaotik değişimlerin nedeni ne? Ve bir müsebbibi var mı?

Bu konunun bazı çevrelerce ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanmasının elbette birden fazla nedeni var. Kuşkusuz bu nedenlerden en önemlisi, İnsan varlığının tehlikede olup olmadığı sorusuna cevap aranması. Peki gerçekten bize tehlikede olduğumuzu düşündüren bu ekolojik kriz kaynaklı neler biliyoruz.

Sorunun kaynağına ilişkin yani dünyamızın neden eskiden yapmakta olduğu şeyi şimdilerde yapmayı bıraktığına yönelik tarihsel bir analiz yapmaya kalkıştığımızda kapitalist işleyiş ile dünya arasında bir takım sorunlar yaşandığını keşfediyoruz. Yani aslında yaşanmakta olan hadiselerin temelinde iflas etmekte olan bir paradigmanın yattığına dair bazı ipuçları yakaladık. Nedir bunlar: Öncelikle herkes tarafından çok iyi bilinen bir olgu bizi karşılamakta. Kapitalizm kâr maksimizasyonunu daima sürdürmeli ve sonsuz miktarda sermaye birikimini sağlamalı ve genişlemeli. Tüm bunları yaparken hegemonik meşruiyet sahasından aldığı güçle suç işleme özgürlüğünü elinde bulundurabilmeli. Ve asla ortaya çıkacak neticelerde herhangi bir sorumluluk almamalı. Bugün bu illüzyonların dışarısından baktığımızda aslında kapitalizmin, küresel olarak insan mevcudiyetine tehlike oluşturan bir sistem olduğu sonucuna varabiliyoruz.

Sermaye sınırsızca biriktirilmeye başlandığından üretim ve tüketim ilişkilerinde ciddi bir değişimin yaşandığını görüyoruz. Her şeyin alınabilir ve satılabilir olması için ağır bir metalaştırma süreci içerisine dahil olduk. Bu en basitlerinden en ciddi olanına kadar bu şekilde ilerledi.

Kaynakların sınırlı ihtiyaçların ise sınırsız olduğu temel yaklaşımından hareketle dünya giderek dev bir fabrikaya dönüştürülmek istendi. Artık hepimizin işvereni ve gözetleyicisi olan Kapitalizm tarafından verilen ödevlerden en önemlisi yapmakta veya yapıyor olduğumuz her şey Kapitalizm içindi. Teknolojik sıçrama ve endüstriyalizm daha çok sınırsız sermaye birikimi için amiral gemisi olarak tayin edilirken doğal ortam üzerinde bir takım değişikliklerin yaşandığına şahit olduk. Öncelerde yok edilen birkaç orman ve kurutulan birkaç nehir yatağı İnsanlık üzerinde doğrudan negatif bir etkiye sahip olmadı. İnsanlar temelde daha çok imkân ve fırsattan yararlanmak istiyor ve bunun için talepte bulunuyordu. Teknolojik büyüme kapitalizmin getirdiği ağır rekabet şartları nedeniyle müthiş bir seviyeyi yakalamıştı. Ve doğanın kontrolünün insana geçmesi gerektiği fikri bu büyümeyle doğru orantılı bir şekilde büyüdü. İhtiyaçlar yeniden şekillendirildi ve beklentiler o ölçüde giderek büyüdü. Ve tüm bunlar olurken bacalarından kara dumanlar tüten dev üretim tesisleri inşa edildi. İhtiyaç duyduğu emek gücünü çoğunluğu kırsalda yaşamakta olan insanları şehirlere çekerek sağladı. İnsanların yurtlarını, hayvanlarını ve evlerini terk edip şehirlerde yaşamaya iten motivasyonun kaynağında pastadan pay alabilme umudu yatıyordu. Kırsalda yani üretim ve tüketim ilişkilerinin daha geleneksel ve yeniye oranla nispeten daha zayıf olduğu yerlerdeki insanların kentlere akın edip idealize edilmiş fırsatlardan faydalanma amacı tabi ki kapitalizm lehine sonuçlandı. Kapitalizm üretimi sürdürmek için kendisine dev bir işgücü ordusu yaratırken, madalyonun diğer yüzünde bu aynı ordu sermayedarlar ile aynı oranda vergi ödeyen yoksulları meydana getiriyordu.

Emek ve çevre örgütleri belli ölçüde kapitalizm üzerinde sivil inisiyatif alarak evrensel bir baskı kurmuş olsa da kendi güçlerini ve çıkarlarını korumakla ilgilenen temsilciler bu mücadeleye ket vurmuşlar ve kurumsal işleyişin sektörleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Sermayeyle mücadelede emekçiler tarafından oluşturulan sermaye ve insan gücü başka amaçlarda heba edilmiştir.

Peki sermaye kendisine düşen yükümlülüğü yerine getirdi mi yoksa üretim ve kâr hırsıyla denizleri, havayı ve toprağı zehirlemeye devam mı etti? Sanırım artık bu sorunun cevabında hepimiz hemfikiriz. Faturalar her zaman seçkin azınlığın karşısında yoksul halka ödetildi. Kapitalizm hiçbir zaman kendi üstüne düşen yükümlülüğü yerine getirmedi. Çevre ve insan üzerinde ortaya çıkan sorunların restore edilmesinde ihtiyaç duyulan maliyetleri üstlenmedi. Bu noktada çevrenin kirletilmesi ve umarsızca yok edilmesi süreç içerisinde devam etti. Kapitalizm ve kapitalistler kendi mevcudiyetlerini devam ettirebilmek için kârdan belli ölçüde vazgeçmiş; asgari ücret, çalışma şartlarının iyileştirilmesi, sosyal güvence, sendikalaşma, sosyal hizmet ve sosyal sorumluluk çalışmaları, yasal çevre yükümlülükleri vb. gibi faaliyetler içine girmiş olsalar da bu ekolojik krizin önüne geçemedi. Çünkü bir taraftan gemilerinizden petrol sızmaya devam ederken gidip birkaç dönüm araziye fidan dikmenizin pek bir anlamı yok.

Kapitalizmin deklare ettiği gibi tabiat; toplumsal ve ekonomik gelişme uğruna sömürülecek bir kaynak değildir.

Hikâye her şeyden önce içinde insanı barındırmaktadır. Ve buna bağlı olarak tercihlerimiz politik ve ahlakidir. İnsan varoluşuna anlam katan bütün değerlerin yavaş yavaş yok edildiği bu ortamda; insan, doğa ve toplum hakkında konuşmak oldukça zor bir mesele. Özellikle çoğunluğumuzun metal ve beton arasında geçirdiği günlük rutinimizi dikkate alırsak doğa ve toprak hakkında konuşmak, muhatap bulmak daha da güçleşiyor. Günümüz rutininde metal ve betondan başka neler var? Kalabalık kentler, trafik gürültüsü, is kokusu, aklımızı başımızdan alan tuhaf reklamlar, küçük otobüslere doluşan u/mutsuz kalabalık, GDO’lu yiyecekler, çok pahalı rezidanslar, evsizler ve yalnızlar; metalaşan ilişkiler, vurdumduymazlık, kredi borçları, pandemi vd. Tabi ki hepsi bu saydıklarımızda sınırlı değil. Kapitalizmin doğurduğu şiddet! nedeniyle ağır metallerle yüklü sebzeler yiyor, egzoz dumanı soluyoruz. Ormanlar yok ediliyor, içilebilir su kaynakları kuruyor, denizler kirletiliyor, yer altı su kaynaklarının yanlış kullanımı nedeniyle dev obruklar meydana geliyor, tarım arazileri küçülüyor.

Bu noktadan hareketle Kapitalizm ve Sanayi Toplumunun, insanı insan yapan şeylerin tümünün makineleştirilmesine yol açtığını söylemekte bir beis yoktur.

Oswald Spengler’in 1931 yılında yayımlanan, Kamil Turan tercümesiyle Türkçemize de kazandırılan İnsan ve Teknik (Der Mensch und die Technik) adlı eserinde, insanın doğaya ve kendisine yabancılaşmasını şöyle özetlemektedir: “Teşkilatlanmanın mengenesi içinde, canlı olan her şey can çekişmektedir. Suni bir alem, tabii aleme karışmakta ve onu zehirlemektedir. Medeniyetin kendisi her şeyi mekanik olarak yapan veya yapmayı denetleyen bir makine olmuştur artık.”

Lakin bir takım itirazlara rağmen doğal süreci işleyemez kılan Kapitalizm karşısında ne yazıktır ki henüz ülkemizde toplumsal anlamda bir çevre bilincinin kavramsallaştığını söyleyemeyiz. Zaman zaman küçük refleksler olarak kendini gösteren çevreci/çevreselci yaklaşımların, toplumun geneline nüfuz edememesinin belli başlı nedenleri mevcut. Bunlardan en önemlisi toplumsal bir bilincin oluşmaması ve buna bağlı olarak çevreciliğin henüz siyasal bir zeminde temsil edilememesi gelmektedir. Tabi ki pastadan pay alabilme umudu da bunu tetiklemektedir. Bu çarpıklığın toplumun genelinde bir uzlaşıya konu olamaması ve hâkim ideolojinin asla göremeyeceği ya da görmek istemediği ekomerkezci bir katılımın olmaması, ekolojik yıkımın gidişatını da bizce hızlandırmaktadır.

Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Diğer Yazılar