Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Tarih:

Başkanlık Anılarım: Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı Süreci: Bölüm 1

Diğer Başlıklar

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

ÖZET

 Türkiye, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Dönem Başkanlığı görevini 10 Kasım 2010 tarihinde devraldı. O dönemde, Avrupa Konseyi nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Daimî Temsilciği görevini altı buçuk yıldır Strazburg’da bulunan Büyükelçi Daryal Batıbay üstleniyordu. Türkiye, Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı’nı deneyimli bir Daimî Temsilci ile yürütmek istiyordu, o nedenle de Daryal Batıbay’ın Strazburg’daki görev süresi uzatılmıştı.  Bu anı yazısında; Türkiye, Dönem Başkanlığı sürecinde yol haritasına hangi hedefleri koydu; hedeflerine ulaşmak için hangi öncelikleri belirledi ve hangi stratejileri devreye soktu; hedeflerini gerçekleştirme konusunda neler yaptı ve başarılı olabildi mi gibi konular detaylı olarak ele alınmaktadır. Bu sürecin iç yüzünü gün ışığına çıkaran detayları ve politika yapımı, uygulaması ve değerlendirmesi hususlarında ne gibi dersler çıkarılabileceğini o dönemde Türkiye’nin Avrupa Konseyi Daimî Temsilcisi olarak görev yapan Daryal Batıbay’ın aktardığı anılarından öğreniyoruz.

Yazıda; yabancı düşmanlığı, İslamofobi, ayrımcılık, insan hakları sorunları, göçmenler, Kıbrıs sorunu, kadına karşı şiddet, AB hukuku ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyumsuzlukları gibi konulardaki çalışmalar birinci ağızdan anlatılmaktadır. Özellikle Kıbrıs’ta Rumların açtığı mülkiyet davaları ve Rum kayıplar sorunları ile nasıl baş edildi, Türkiye’nin dış politikada ‘yumuşak gücü’ nasıl arttırıldı ve yansımaları bugünlere de ışık tutan hangi işbirlikleri geliştirildi gibi konularda ilham veren bir politika yapma ve uygulama sürecine tanık oluyoruz. Batı Avrupa’daki İslamofobi ve yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla mücadelede Türkiye’nin öncü olduğu konuda nasıl kendi kendini engellediğini öğreniyoruz. Kadına karşı şiddet ile mücadele konusunda çok önemli bir eşik olan İstanbul Sözleşmesi süreci ve Türkiye’nin sürece nasıl önderlik ettiğine yine bu anılar vasıtasıyla şahitlik ediyoruz. Avrupa Birliği hukuku ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uyumluğu ve tümü üye ve üye olmayan ülkelerde bağlayıcı olması konusundaki çalışmaları takip edebiliyoruz.

Daryal Batıbay’ın Politika, İnovasyon, Tasarım ve Gelişim Merkezi (PİTGEM) için kaleme aldığı Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı sürecindeki anılarını iki bölüm haline yayınlıyoruz. Bu anı yazısının; Türkiye’de ve dünyada politika yapma, uygulama ve değerlendirme süreçlerinde çalışan tüm devlet görevlilerine, kamusal/özel tüzel kişiliklere ve kişilere katkı sağlayacağını düşünüyoruz.

 Başkanlık Anılarım: Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı Süreci: Bölüm 1

Türkiye, 10 Kasım 2010 tarihinde Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi dönem başkanı oldu. Altı ay süren başkanlık, Konsey’in 47 üyesi arasında alfabetik sırayla üstlenilir. Başkanlık sırası bize geldiğinde, Strasburg’da Daimî Temsilci olarak göreve başlayalı altı buçuk yıl olmuştu. Bu sürenin uzatılmasının nedeni, dönem başkanlığının Konsey’de deneyimli bir daimî temsilci ile yürütülmek istenmesiydi. Zira, Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları esas itibariyle her hafta toplanan Daimî Temsilciler tarafından yürütülür. Bakanlar düzeyindeki toplantılar olağan olarak yılda bir kez düzenlenir. 10 Kasım 2010 günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Strasburg’a gelerek dönem başkanlığını devraldı.

O tarihten bir ay kadar önce Davutoğlu telefonla arayarak, dönem başkanlığına önem verdiğimizi, son yıllarda dış politikada Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerde yaratılan hareketlilik nedeniyle, Hükümetin Avrupa’ya ilgisinin azaldığı yolunda görüşler öne sürülmekte olduğunu, bu görüşlerin doğru olmadığını ortaya koymak için iddialı bir gündemle başkanlığı üstlenmemizi istediğini söylemiş ve bu doğrultuda hazırlık yapmamı istemişti. Davutoğlu, bu çerçevede Batı Avrupa’da artmakta olan yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile mücadele konusunu öncelikle ele almayı düşündüğünü söyledi ve görüşümü sordu. Cevaben, bu konuyu dönem başkanlığımızın hedefleri arasına koymamızın yararlı olacağını, konuya verdiğimiz önemi yansıtmak açısından bir seçkin şahsiyetler grubu kurulmasına ön ayak olabileceğimizi, AK Genel Sekreteri’nin bizimle danışma içinde böyle bir grubu atamasını ve Bakanlar Komitesine bir raporla görüş ve önerilerini sunmasını sağlayabileceğimizi, AK’ın geçmişinde önemli konuların gündeme bu yolla getirildiğini, ancak grubun tarafımızdan finanse edilmesinin bekleneceğini söyledim. Bakan anlattıklarımı onayladı ve hazırlıklara başlamamı ve Strasburg’a geldiğinde Genel Sekreter Jagland (Norveç’in eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı) ile önerimizi sonuçlandırmak istediğini belirti.

Bakanlar Komitesi dönem başkanlığını üstlenen ülkeler, geleneksel olarak, gerçekleştirmeye çalışacakları hedefleri devir teslim töreninde açıklayarak, altı ay boyunca o hedefler doğrultusunda çaba harcarlar.

Dönem başkanlığın etkinliği, o hedefleri gerçekleştirme başarısı ile ölçülür. Dönem başkanlığı üstlendiğimiz 2010 yılında Türkiye’nin Örgüt içindeki ağırlığı ve etkinliği gözle görülür biçimde artmıştı. 2000li yılların başından itibaren Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sürecinde hazırlanan uyum paketleri ve anayasa değişikliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadı temel alınarak hazırlanmıştı. Nitekim söz konusu reformlar, Strasburg’a atanmadan Dışişlerinde başında bulunduğum Avrupa Konseyi ve insan haklarından da sorumlu olan Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürlüğünde hazırlanmıştı. Çalışmaların içeriği böyle gerektiriyordu; zira AB’nin adayların yerine getirmesini beklediği Kopenhag kriterleri aslında AİHS ve AİHM içtihadından oluşmaktaydı.

Söz konusu reformlar doğal olarak AK içindeki konumumuzu güçlendirmiş ve Mart 2004’te AK Parlamenterler Meclisi’nin denetim sürecinden çıkmıştık.Denetim süreci, AK çerçevesinde üstlendikleri yükümlülüklerini yerine getirmeyen ülkeleri denetleme ve yönlendirme mekanizmasıdır. 1991 yılında Doğu Avrupa’daki yeni demokrasiler için getirilmiş olan denetim sürecine alınmış olan AK’ın yegâne kurucu üyesi Türkiye idi. AB ile Ekim 2004’te katılım müzakerelerine başlama kararının AK denetim sürecinden çıkmamız üzerine alınması rastlantı değildir. 1991 ertesinde AB üyeliğine aday Doğu Avrupa ülkelerinin tümü, AK’deki denetim sürecinden çıktıktan sonra katılım müzakerelerine başlamışlardır.

Örgüt’teki etkinliğimizin artmasına yol açan bir diğer etken, Kıbrıs sorununu AİHM ve dolayısıyla AK gündeminden önemli ölçüde çıkarmayı başarmış olmamızdı. AİHM’ne bireysel başvuru hakkını 1987 yılında tanımamız üzerine Kıbrıs Rumları, KKTC’de terk ettikleri mülkler için kullanım kaybı tazminatı ve iade taleplerini içeren mülkiyet başvuruları yapmaya başlamışlardı. Mülkiyet başvurularına Ada’daki çatışmalarda kaybolan Rumların ailelerinin yaptığı başvurular da eklenmişti. Rumların bireysel başvuru hakkını tanımamızdan yararlanarak Kıbrıs sorununu AİHM’ne taşıyacaklarını göz önüne alarak, bu hakkın Türkiye’nin uluslararası sınırları içindeki olaylarla sınırlı olduğu yolunda resmi çekince ile birlikte bireysel başvuru hakkını tanımıştık. Ancak, AİHM bu çekinceyi kabul etmemiş, bir Rum mülkiyet başvurusunu (Loizidou) işleme koyarak,1998 yılında Türkiye’yi kullanım kaybı tazminatı ödemeye ve mülkü iadeye mahkûm etmişti. Loizidou kararını reddetmemiz üzerine, Kıbrıs sorunu AİHM ve onun kararlarının uygulanmasını denetleyen Bakanlar Komitesi gündemine oturmuştu. Rum kayıp şahıslar hakkında da AİHM tazminat kararı vermiş ve Kıbrıs sorununun farklı veçheleri AK gündemine girmişti. Bu durum Kıbrıs Rum tarafını AK forumlarını bize karşı kullanma ve baskı yapma fırsatı veriyordu.

Bu olumsuz ortamı AİHM ile danışmalarla attığımız adımlar sayesinde düzelttik. Kuzey’de terkedilmiş Rum mülklerinin takas, tazminat veya iade yoluyla çözümlenmesi için KKTC Hükümeti ile işbirliği içinde Taşınmaz Mal Komisyonunu (TMK) kurduk. Rumların yoğun itiraz ve lobi çalışmalarını aşarak, TMK’nın etkin bir iç hukuk yolu olduğunu AİHM’ye kabul ettirdik. Böylece AİHM’ne yapılmış olan binlerce Rum mülkiyet başvurusu reddedilerek, KKTC’de kurulmuş olan Komisyon’a yönlendirildi. KKTC’nin Taşınmaz Mal Komisyonu Avrupa hukukuna göre çalışan ve karar veren bir kurum olarak tanındı. Kanımca, bu sonuç 1974’ten buyana uluslararası alanda Kıbrıs sorununa ilişkin olarak elde edilen en önemli hukuki/siyasi kazanımdır.

Rum kayıplar konusunda ise, BM’nin Kıbrıs’ta iki toplum arasında güven arttırıcı önlem olarak yaptığı öneriyle oluşturulmuş, fakat çalışmaz durumda olan Kayıp Şahıslar Komitesini aktive ettik. Bir Kıbrıslı Türk, bir Rum ve tarafsız bir ülke vatandaşı başkandan oluşan Komite askeri makamlarımızın çekinceleri nedeniyle çalışmıyordu. Askeri makamlarımız 1974 harekâtında ölen Rumların kalıntılarının bulunmasının hukuki sıkıntılara yol açabileceğinden çekiniyorlardı. Ankara’da Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile yaptığım görüşmede kayıp şahıslar komitesinin tamamen insani amaçlar için kurulduğunu, görevinin Kıbrıs’taki Türk ve Rum kayıpların kalıntılarını bularak ailelerine teslim etmekle sınırlı olduğunu anlattım. Komite,işbirliğimizin başlamasıyla iki toplumun kayıplarının arama çalışmalarına başladı. Böylece, insani bu konunun AK gündeminde Rum Yönetimi tarafından aleyhimize istismar edilmesini durdurduk, hem de 1963‐74 yılları arasında kaybolmuş Kıbrıslı Türklerin de izlerinin araştırılması sürecini başlattık.

Bu gelişmelerle Kasım 2010’da dönem başkanlığını üstlenirken, Örgüt içindeki konumumuz güçlenmişti. Aday ülke sıfatıyla AK’taki AB ülkelerinin aralarındaki toplantılara gözlemci olarak bir süredir katılıyorduk. Örgüt içindeki önemli konular AB, Rusya ve Türkiye arasında gayri resmi danışmalarla olgunlaştırılır oldu. Böylece AK, büyük ölçüde, Avrupa Birliği ve iki büyük komşusu, Rusya ve Türkiye’nin Avrupa Sözleşmeleriyle belirlenmiş ortak standartlar temelinde işbirliği yaptıkları bir foruma dönüşüyordu.

Bu olumlu ortamda dönem başkanlığımızın Türkiye’nin dış politikada “yumuşak gücünü” (softpower) göstermesi için elverişli bir fırsat yaratmaktaydı. Türkiye uzun yıllardır, stratejik önemi, coğrafi konumu, askeri gücü, büyükçe bir piyasaya sahip olması gibi nedenlerle öne çıkan bir ülkeydi. Son on yıl içinde ise, Türkiye, halkının çoğunluğu Müslüman bir ülkenin demokrasi, laiklik ve piyasa ekonomi alanındaki başarılarına örnek gösterilmekteydi. İnsan hakları alanında yaptığımız reformlar ve AB katılım müzakerelerinin başlamasıyla, yabancı sermaye girişinde büyük artış oluyor ve ekonomik büyümemiz hızlanıyordu. Türk TV dizileri birçok ülkede popüler olmaya başlamıştı. İngiliz The Economist dergisinin bir kapağı o dönemde Türkiye’ye ilişkin uluslararası algıyı özetliyordu: “The Star of İslam: Turkey.”

Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği ortak değerleri güçlendirecek üç konuyu dönem başkanlığımızın hedefi yaparak, Türkiye’nin yumuşak gücünü dış politikada da ortaya koyabilecektik.

İkinci bölümde devam edeceğiz…

Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Daryal Batıbay, Emekli Büyükelçi
Daryal Batıbay, Emekli Büyükelçi
Emekli Büyükelçi Daryal Batıbay, 1 Ekim 1946’da Bursa’da doğmuştur. 1964’te Robert Koleji, 1968’de de Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını, 1972-1974 yılları arasında Princeton Üniversitesi’nde Woodrow Wilson School of Public and International Affairs’te tamamlamıştır. 1969-2011 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nda Meslek Memuru olarak çok önemli görevlerde bulunmuştur. Dış görevleri; New York, Birleşmiş Milletler (BM) Daimî Temsilciği, NATO Daimî Temsilciği, Moskova Büyükelçiliği, Washington Büyükelçiliği, Zagreb Büyükelçisi, Pekin Büyükelçisi, Avrupa Konseyi Daimî Temsilcisi/Büyükelçi. Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevleri; Dışişleri Bakanı Özel Danışmanı, Kıbrıs-Yunanistan Daire Başkanı, Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürü. Başbakanlıktaki görevi; Başbakan Özel Danışmanı. Batıbay, aynı zamanda Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ve İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde Türk Dış Politikası dersi vermiştir. Sümbül Batıbay ile evlidir.