Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Tarih:

Depremden Sonra: Yasal Sistemin Uygulamada İşlemesi İçin Çözüm Önerileri: Bölüm 2

Diğer Başlıklar

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

ÖZET

Neredeyse bütün işleyişini, sebebini, muhtemel etkilerini artık iyice bildiğimiz, sadece zamanını kestiremediğimiz bir doğa olayında, neden her defasında bu kadar korkunç yıkımlara ve can kayıplarına uğruyoruz? Bu soru, yıllardan beri aynı felaket başımıza her geldiğinde hep sorduğumuz ve genellikle aynı yanıtları tekrar edip durduğumuz bir soru. Makalemizin başlığı da işte bu nedenle “aynı şeyleri söylemekten” söz ediyor. Biz, bu kez aynı sorulara daha farklı yanıtlar bulabilmek umuduyla iki bölüm halinde düzenlediğimiz makalemizin ilk bölümünde; ülkemizdeki yapı üretim ve denetim sistemini, bu sistemi oluşturan kuralları ve koşulları; sistemin içinde önemli rolleri bulunan müteahhitleri, yapı denetim şirketlerini, inşaat ve kullanma ruhsatlarını düzenleyen kamusal otoriteleri irdelemiştik. Makalenin yine Politika, İnovasyon, Tasarım ve Gelişim Merkezi (PİTGEM’de) yayınlanan ilk bölümünde[1] yaptığımız bu değerlendirmelerin sonucunda, özellikle 1999 depreminden sonra bu konuda yasal zeminde önemli değişim ve dönüşümler gerçekleştirilmiş olduğunu; dolayısıyla sistemin kural ve organizasyon bakımından pek fazla eksiği bulunmadığını görmüştük. Fakat ne kadar mükemmel bir kurallar dizini oluşturmuş olsak da teknik gereklerine ve imar kurallarına tamamen uygun yapılaşmayı yine de sağlayamadığımızı; yıllardan beri bütün ülkede kurup uyguladığımız kapsamlı ve ayrıntılı yapı denetim sistemini verimli-etkili-doğru çalıştırmayı başaramadığımızı da görmüştük. Bütün o karmaşık, bol imzalı izin-ruhsat süreçlerinin, kaliteli yapı elde etmek için yeterli olamadığını görmüştük.

Makalenin ilk bölümü sonunda, “Sistem, neden işlemedi?” sorusuna; eksikliğin yasalarda, yönetmeliklerde, kurallarda, belgelerde, yani sistemin kendisinde değil; o sistemin içinde yer alan “insan”da, insanda olması gereken farkındalıkta, sorumluluk bilincinde, görev ahlakında, ödül ve ceza sisteminde olduğu sonucuna varmıştık.

Ve “Peki, ne yapmalı?” sorusunu, makalemizin ikinci bölümünde yanıtlamaya çalışacağımızı söylemiştik. Makalenin bu ikinci bölümünde bunu yapmaya çalışıyoruz ve kamu politikası çözüm önerilerini tartışıyoruz.

Depremden Sonra: Yasal Sistemin Uygulamada İşlemesi İçin Çözüm Önerileri: Bölüm 2

1. Önsöz

Büyük illerimizden birinde “Adliye Sarayı” yapılacaktı[2]… Bakanlığın uzmanları aylarca çalıştılar, yerleşim araştırmaları, imar planları yapıldı, “yaklaşık maliyetler” hesaplandı, mühendisler-mimarlar sayfalar dolusu projeler çizdiler, bütçe ödenekleri sağlandı, ilanlar verildi, ihale heyetleri kuruldu. İşi yapacak müteahhittin “yeterliliği” çok detaylı araştırmalarla incelendi, ihale sonuçlandırıldı. Müteahhit, ekibini kurdu. Şantiyeye onlarca inşaat makineleri, mimarlar-mühendisler, şantiye şefi, yüzlerce işçi geldi, hepsi aylarca çalıştı, sonunda inşaat bitti. Bütün bunlar, devletin birkaç yüz milyar lirasına mal olmuştu, ama ortayla çıkan eser gerçekten buna değerdi…

Kabul kontrolleri yapıldı, hiçbir eksik olmadığı anlaşıldı.

Açılış günü başbakan, adalet bakanı, öteki bakanlar, genel müdürler, baro başkanları sıra sıra dizildiler, kurdeleler, kurbanlar kesildi. Hakimler savcılar odalarına yerleştiler, duruşmalar başladı…

Açılışın ikinci haftasıydı, 3. kattaki Ağır Ceza Mahkemesi salonunda, hakimler bir cinayet davasında müebbet hapis kararı vermek üzereydi ki, tavandan damlayan pis su, kıdemli hâkimin saçsız başına damladı. Hâkim Bey yukarı baktı, felaketi gördü: Üst kattan sızan pis su, salonun tavanından akmaktaydı!

Müdürler seferber oldu, incelemeler yapıldı, sorunun üst kattaki tuvaletlerin pis su giderinden kaynaklandığı anlaşıldı. Hemen ekipler çağırıldı, “Sarayın” o koridoru boşaltıldı, ellerinde “beton delme makineleriyle” adamlar gelip döşemeleri deldiler, plastik boruları ortaya çıkardılar, gördüler ki iki borunun tam birleştiği yerde olması gereken “lastik conta” yoktu, su işte bu yüzden tam oradan sızmaktaydı!

Conta yerine takıldı, kırılan döşemeler yeniden döşendi, sıvalar sıvandı, boyalar yenilendi, üçüncü gün salon yeniden hizmete girdi.

Yüzlerce milyon liraya bitirilen adliye saraydaki bu tamirat, yüz bin lira kadar tuttu. Bu kadar masrafın sebebi olan lastik contanın bedeli ise sadece 125 kuruştu! 125 kuruş! Yani yerine takılmayan 125 kuruşluk conta, adliye sarayının koskoca koridorunu 3 gün kapattırmış, yüz bin lira da masrafa neden olmuştu.

Peki neden? Çünkü, o boruları döşeyen işçi niteliksizdi, sorumsuzdu, idraksizdi. Contayı yerine takmadığında olacakları düşünemezdi bile. Peki, işçinin başındaki ustabaşı? İşçi boruları döşerken o dışarıda sigara içmekteydi. Peki ya tesisattan sorumlu mühendis? O gün maç vardı, o yüzden erkenden çıkmıştı. Ya bütün işi sürekli kontrol etmesi gereken şantiye şefi ve bakanlığın o yapı yerine atadığı sorumlu mühendis, onlar neredeydi? Şantiye bürosunda oturmaktaydılar…

İşte, koca Adliye Sarayının başına gelenler bunlardı. Sebebi ise tek sözcüktü: İnsan!

 2.Giriş

Makalemizin önceki (birinci) bölümünü “ne yapmalı” sorusuyla bitirmiştik.

Evet, ne yapmalı? Ne eksik? Ne yok?

Aradığımız yanıt “yasalar, yönetmelikler, kurallar” değil. Onlar zaten var çünkü. Ama işe yaramıyor. Yaramadığı, son depremde bir kez daha ispatlandı: Bütün yasalar yönetmelikler vardı, ama yine de 300.000 konut çöp oldu. Hepsi vardı, ama 50.000’i aşkın insanımız öldü.

Peki, neden işe yaramıyor?

Sebebi işte o sözcük: İnsan!

Böyle söyleyince “eğitimden, ahlaklı insan yetiştirmekten, sorumluluk bilinci aşılamaktan söz ederiz genellikle. Bunlar da vardır formülün içinde, ama hepsi bu kadar değildir. Ahlaklı olmak, sorumluluk sahibi olmak, her insanda bulunması gereken özelliklerdir; fakat kimde ne kadar var? Birini işe alırken bilgisini-kültürünü ölçüyoruz, ama ahlakını, sorumluluk bilincini ölçemiyoruz. Öyleyse, insanları “ahlaklı-sorumlu davranmaya mecbur tutacak prensiplere ihtiyacımız var demektir. Öyle prensipler ki, sorumsuz bir görevliyi sorumlu davranmaya itecek, ahlaklı davranmaya mecbur tutacak…

Sorumluluk dediğimizde aklımıza ilk gelenler “görevliler-yetkililer olur; ama sorumlu olması gerekenler yalnız onlar değil; hepimiziz.

Önceki (birinci) bölümde “sistemin oyuncularını” incelerken, en kalabalık fakat en edilgen, en adı anılmaz, en dikkate değmez oyuncu kitlesini, konuyu fazla dağıtmamak için özellikle konu dışı tutmuştuk, ama şimdi o kitleye de sıra geldi: Yani konut ve işyeri alıcıları ve kiracılarına. Yani size, bize, hepimize.

Acaba biz, kendi hayatımızı, kendi parasal çıkarımızı gerektiği gibi koruyor muyuz, bu konuda sorumlu davranıyor muyuz, önce buna bakalım:

3.Konut ve İşyeri Sahibi ya da Kiracı mısınız? Sitenizi Kentsel Dönüşüme mi Verdiniz?

Bu bölüme şöyle sorularla başlayalım:

Hayatınızda ikinci el araba aldınız mı hiç? Aldıysanız, nasıl aldınız? Gazete ilanlarından mı? İnternetten mi? “Doktordan temiz” miydi, yoksa “Bayandan az kullanılmış” mı?

Peki, satın almadan önce bu aracı “şuna bir bakıver ustacığım” diye tanıdık ustanıza götürmeyeniniz var mı? Yok, değil mi?

Şimdi de asıl soru:

Yüz-yüz elli bin liralık ikinci el otomobili alırken gösterdiğiniz bu dikkati, 2-3 milyonluk dairenizi alırken ya da ev kiralarken gösterdiniz mi? Şimdi son fiyat çılgınlıkları ile en az dört yüz-altı yüz binlik ikinci el otomobili 5-10 milyonluk ev ile kıyaslamak şeklinde de sorabiliriz?

“Ben anlamam ki inşaattan, binadan” mı diyorsunuz?

Anlamanız şart değildi ki…Arabadan da anlamıyordunuz…Bir teknik uzmana 10 bin lira verseydiniz; sizin için projeleri inceleseydi, fazladan kat yapılmış mı görseydi, bina “imar affından yararlanmış mı baksaydı, bodrum katına inip su var mı, demirler çürümüş mü kontrol etseydi…

“İyi ama bütün bunları yapması gereken devlettir; devlet yapmış ki adam daireleri satabiliyor” mu dediniz?

Peki, ama satın aldığınız ikinci el otomobilin de “fenni muayenesi” yapılmıştı, o rapora niçin güvenmemiştiniz? ”

Şimdi gelin, başka bir senaryoyu irdeleyelim:

Diyelim ki 5 blokluk, 100 daireli bir sitede daire sahibisiniz. Hepiniz yaşlı-başlı emekli insanlarsınız, siteniz de 40 yaşında. Kentsel dönüşüm için karar aldınız, müteahhitler kapınızda… Toplantılar, tartışmalar, gürültüler arasında bir müteahhit ile sözleşme yapacaksınız.

Müteahhit elinde çeşitli proje seçenekleriyle, taslaklarla, sayfalar dolusu sözleşme maddeleriyle, laf kalabalığı ile geldi, ama siz bu işlerden anlamıyorsunuz. Bazılarınızın mühendis-mimar çocukları, yeğenleri var; ama kimse konuyu tam bilemiyor, bilse de sahiplenmiyor. Peki, siz 100 daire sahibi, her biriniz ayda 200’er lira verip bir “teknik danışman” tuttunuz mu? Müteahhidin sunduğu projelerin, taslakların “imar kurallarına uygunluğunu denetlettiniz mi? Mimari projenin, ihtiyaçlarınızı tam olarak karşıladığından, sözleşmenin sizin haklarınızı tam olarak koruduğundan emin oldunuz mu?

Bakın çevrenize: “kentsel dönüşüm yapılacak diye” yıkılmış, ama yenisi yıllarca yapılamamış yüzlerce “kentsel dönüşüm başarısızlığı” göreceksiniz. Peki ya aynı şey sizin de başınıza gelirse? Bu durumdaki payınızı hiç sorgulayacak mısınız?

Uzun sözün geleceği yer şudur: Siz, kendi menfaatinizi iyi biçimde korumak için gereğini sorumlulukla yapmaz, bütün bunları yasalardan-yönetmeliklerden, kısacası “devletten” beklerseniz, mutsuz olmanız çok yüksek bir olasılıktır.

 4.Sigorta: Sihirli Çözüm mü?

Son deprem felaketinin ardından, sıklıkla gündeme gelen bir konu da “sigorta” oldu.

Yapı sigortası deyince, öncelikle ülkemizde bir süreden beri uygulanmakta olan ve Devlet tarafından organize edilen “Zorunlu Deprem Sigortasından” söz etmemiz gerekiyor.

İlgili kamu kurumunun (Doğal Afet Sigortaları Kurumu) adının kısaltmasıyla “DASK” olarak anılan bu sigortanın temel bileşenlerini, 6305 sayılı “Afet Sigortaları Kanunu” bağlamında şöyle özetlemek mümkündür:[3]

i) Köy yerleşik alanlarındaki yapılar hariç, tapuya kayıtlı özel mülkiyete tabi taşınmazlar üzerinde inşa edilmiş mesken türündeki bütün yapılar ile bu yapılardaki her türlü bağımsız bölümler, zorunlu deprem sigortasına tabidir.

ii) Sigortanın esas kapsamı, “deprem sonucu meydana gelebilecek maddi zararların karşılanması”dır. Ancak, kamu yararı açısından gerek görülmesi durumunda diğer her türlü afet için de teminat verilebilir. Kurum tarafından hangi teminatların verileceği Cumhurbaşkanınca, teminatların limitleri ve tarifeler gibi hususlar da Hazine Müsteşarlığınca belirlenir.

iii) Zorunlu deprem sigortası teminatlarının Doğal Afet Sigortaları Kurumu tarafından verilmesi asıl olmakla birlikte, gerek görüldüğünde sigorta ve reasürans şirketleriyle ortaklaşa teminatlar da verilebilir.

DASK sisteminde karşılanan ve karşılanmayan hasarları, kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

Bahçe ve istinat duvarları dahil, yapının tamamı teminat kapsamındadır. Buna karşın; enkaz kaldırma masrafları, kâr ve kira ve eşya kayıpları, bedensel hasarlar ve ölümler, manevi tazminat talepleri teminat kapsamı dışındadır.

DASK poliçe ödemeleri, 7 risk bölgesine ve yapının betonarme veya diğer bir tür (ahşap, taş, çelik vs) oluşuna göre değişmekte ve inşaat metrekare birim fiyatlarına göre hesaplanmaktadır. (Tüm iller, deprem riski bakımından 1’den 7’ye kadar sınıflandırılmıştır.)

Bugün için güncel (25 Kasım 2022) yıllık DASK poliçe ödemelerine bazı örnekler şöyledir:

100 m2 betonarme binanın yıllık primi 1. Risk bölgesinde 709 TL; 7. risk bölgesinde ise 100 TL’dir.

Bugün için, Zorunlu Deprem Sigortasının güncel (25 Kasım 2022) hasar en üst teminat limiti 640.000 TL’dir.

Günümüzün pazar fiyatları göz önüne alındığında, zorunlu deprem sigortasının özellikle şehirlerde, tamamen yıkılan standart bir daire için son derece yetersiz olduğu ortadadır. Özel şirketlerin ek teminatlar içeren özel poliçelerinin yıllık primleri ise sıradan vatandaşlar için “ödenebilir” olmaktan çok uzaktır. 3 odalı orta düzey bir dairenin, tüm deprem risklerine karşı, özel sigorta şirketlerine gerçek piyasa rayici üzerinden ek olarak sigortalanması halinde, yıllık primi 4 bin-5 bin lirayı bulmakta, hatta geçmektedir.[4]

Diğer taraftan, resmî açıklamalara göre, 11 ilde meydana gelen son depremde yıkılan ve ağır hasar nedeniyle yıkılması gereken bağımsız bölüm sayıları; 140-160 bin bina ve 300-500 bin bağımsız bölüm olarak açıklanıyor. Bu ölçüde büyük bir yıkımın, (tüm konutlar gerçek değerleri üzerinden sigortalı olsa bile) hiçbir sigorta ve reasürans sistemi tarafından tamamen tazmin edilmesi mümkün değildir.

Özetle, şunu söylemek gerekiyor: Zorunlu deprem sigortasının tazminat kapsamı hem nitelik ve hem de nicelik bakımından yetersizdir; vatandaşların büyük çoğunluğunun evlerini ve eşyalarını gerçek değerleri üzerinden tümüyle sigortalatma gücü yoktur; olsa bile böylesine büyük bir depremdeki tüm yıkımın gerçek değeriyle tam olarak tazmin edilmesi de zaten asla mümkün değildir. Çünkü bütün sigorta sistemlerinin aktüerya formülü, “çok sayıda sigortalı ünite, nadir sayıda hasar ödemesi” üzerine kuruludur. Basit bir hesap yapalım: yıkılan 300 bin konutun 20 yıldan beri yıllık 5 bin lira üzerinden sigortalandığını düşünün. Sistemde birikecek prim tutarı kabaca 30 milyar TL olabilecektir. Oysa deprem sonucu yıkılan bu konutlar için ortalama 2,5 milyon liradan hesaplanacak tazminat tutarı, kabaca 750 milyar TL’yi bulacaktır. Görüldüğü gibi, bu ölçüde büyük ve yaygın yıkımın, sigorta/reasürans sistemi içinde tazmini olanaksızdır!

Kuşkusuz, sigortayı tümden sistem dışı bırakacak değiliz; sigorta yine olmalıdır. Öyleyse, bu bağlamda asıl önlem; “sigortaya güvenmekten” değil, depremi en az hasarla atlatacak, böylece sigorta tazminatına en az gereksinim duyacak yapılar üretmekten geçmektedir.

5.Sistemin Hatalı Oyuncularını Cezalandırmak

Ülkemizdeki ceza sisteminin, önceki depremlerde “yıkımdan sorumlu olanları cezalandırmak” konusundaki acizliği ve sonuçsuzluğu artık herkes tarafından biliniyor.

Yaşadığımız son felaketin hemen ardından çok sayıda savcının görevlendirildiğini, yıkıntılardan hızlıca örnekler toplandığını görünce, bu kez sorumluların etkin biçimde cezalandırılacağına ilişkin umutlar artmış görünüyor; fakat sevinmek için çok erkendir. Mahkemeler daha başlamadı (ya da yeni başladı); deliller yeterli olacak mı, duruşmalar kaç yıllarca sürecek, tutuklananların kaçı serbest kalacak, kaçı ceza alacak… Bunları henüz bilmiyoruz.

Üstelik müteahhitler, şantiye şefleri ve yapı denetçileri için zayıf da olsa var olan “ceza görecekler” umudu, sistem içindeki kamu görevlileri ve seçilmiş kişiler için büsbütün kayboluyor. Cinayete davetiye çıkaran imar planlarını yapanlar, bu planları onaylayanlar, imar planlarına aykırı projelere ruhsat verenler, yapım sürecindeki aykırılıkları görmezden gelenler, teknik gereklere uymayan yapılara oturma izni verenler, yıkım kararı alınmış yapıları yıkmayanlar, hatta “imar affı-imar barışı” diye süslü adlandırmalarla bütün bu yapılara yasallık kazandıranlar… Sistem, bu kişileri cezalandıramıyor. Çünkü kamu görevlilerini ve seçilmiş sorumluları koruyan pek çok “yargı kalkanı” var;[5]

Dolayısıyla, sistem içindeki sorumlu kişiler, bu etkisiz-güçsüz “ceza yargılamasından” korkmuyor, etkilenmiyorlar.

O zaman sormamız gereken soru şudur: Yapı üretim ve kontrol sisteminde öyle ya da böyle rolü-sorumluluğu olan kişileri; yıllarca sürecek “muhtemel hapis cezalarıyla” korkutamadığımıza göre; neyle korkutacağız? Onları doğru iş yapmaya nasıl zorunlu kılacağız?

Yanıt, basittir: Maddi kayıp tehdidiyle! Yani, gelir kaybıyla, ağır para cezasıyla, ağır tazminat ödemeleriyle!

Bu nasıl olacak, şimdi de ona bakalım:

6.Farklı Sorumluluk, Aynı Maaş: Ne kadar Gerçekçi?

Kamu yapıları, kamu tarafından denetlenir. İlgili idare, yapının başına kendi kadrolu mühendislerinden birini görevlendirir; bu mühendis yapı sürecini sürekli olarak izler.[6]

Kamu idaresindeki mühendisler, genel bütçenin öngördüğü derece-kademe-katsayı sistemi ile belirlenmiş bir maaş alırlar ve aldıkları maaş o sırada yaptıkları göreve göre değişmez.

Bunu şöyle açıklayalım: 10 yıl kıdemli bir inşaat mühendisi, bir ay boyunca bürosunda oturup proje incelese ya da yine bir ay boyunca kilometrelerce uzaktaki yapının denetimini yapsa aynı maaşı alacaktır.

Bazen, bir mühendise birden çok yapının denetim görevi verilmiş olabilir; maaş yine değişmez. Ya da diyelim 300 milyon lira maliyet bedelli yapının denetimiyle görevlendirilmiş mühendis ile 25 milyon lira maliyet bedelli yapının denetimiyle görevlendirilmiş mühendis arasında (hizmet yılı ve eğitim düzeyi farklı değilse) maaş farkı olmaz.

Bu ücret düzeninin, bir yandan kamu mühendisinin yaptığı denetim göreviyle ilgisini-ilişkisini bozan bir etkisi vardır; fakat öte yandan hataların cezasız kalmasına neden olur ki en önemlisi belki de budur.

Şimdi; diyelim ki bir kamu yapısının kusurlu olduğu anlaşıldı. Disiplin ve ceza süreçleri şöyle işleyecektir:

Yapının kusurlu olduğuna ilişkin teknik inceleme raporları yazılacak, bu raporlar ilgili amirlerin onayından geçtikten sonra müteahhit ve diğer yapı denetim şirket sorumluları hakkında duruma göre savcılıkları suç duyuruları yapılacak, gerekli ceza davaları yürütülecektir. İdare, söz konusu yapının sorumluluğunu verdiği mühendis hakkında ise birtakım idari süreçleri takip edecektir: Mühendis hakkında soruşturma açılması, bu soruşturma sonucunda yargılanmasının gerektiğine karar verilmesi, bu kararın ilgili amirlerce onaylanması, mühendisin bütün bu süreçlere ilişkin yasal itirazlarının sonuçlanması gerekecektir. Mühendis bütün bunlardan sonra ceza mahkemesine çıkarılabilecek, yıllar süren yargılamalar sonucunda belki “görevi ihmal” nedeniyle küçük bir ceza alacak, büyük olasılıkla da beraat edecektir.  Bürokratik arşivler, böyle yüzlerce-binlerce sonuçsuz işlem dosyalarıyla doludur.

Sorumlu mühendis hakkında bu adli yargı süreci dışında idari disiplin soruşturması süreçleri de işletilebilir. Bu süreçler de en iyimser tahminle “uyarma-kınama ya da aylıktan biraz kesme” gibi disiplin cezalarıyla sonuçlanacaktır.

Özetle, yürürlükteki cezalandırma sistemi; sorumlular için yakın, etkili, korkutucu, caydırıcı değildir. Olmadığı da zaten bunca yıkıntıdan ve sonuçsuz kalan dava süreçlerinden de bellidir.

Oysa bir yapının denetimiyle görevlendirilmiş mühendise bu sorumluluğu için “yapının piyasa değerine orantılı” bir ek ödeme yapılıyor olsaydı ve mühendis işini doğru yapmadığında bu önemli ek gelirden hemen, iki satırlık bir emirle mahrum kalacağını bilseydi, işe duyduğu ilgi nasıl olurdu?

 7. Tazminatın Caydırıcılığı

Maaş, ücret, huzur hakkı, kâr payı… Hangi isim altında olursa olsun, parasal menfaat karşılığı üstlendiğiniz görevi ihmal ettiğinizde ya da hata yaptığınızda, birkaç tür ceza ile karşılaşırsınız: Bunların ilki, “hürriyeti bağlayıcılık” içeren adli cezalar, bir başka deyişle hapis cezalarıdır.

Eğer bu görevi resmi kimlik altında yaptıysanız, yani kamu görevlisiyseniz, “disiplin” cezası ile de karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu cezalar, en basit olarak “uyarma-ayıplama” ile başlayan ve “işten çıkarmaya” kadar gidebilen cezalardır.

Eğer görevi resmi kimlik altında değil de bir özel işletmede “iş hukuku” kapsamında yürütmekteyseniz, disiplin cezası sizin için “tazminatsız işten çıkarılma” ile sonuçlanabilir.

Tüm bunların dışında, görevini hatalı yapanı ya da ihmal edeni-savsaklayanı bekleyen bir hukuksal “tehdit daha vardır: Tazminat!

Tazminat, temel olarak iki türlüdür: Maddi ve manevi.

Eğer ihmaliniz ve hatanız, birisine para-zaman ya da sağlık kaybettirdiyse hukuk size bu kaybı ödetir ve buna maddi tazminat adı verilir. Zamanını kaybeden sizden o zamanda elde edebileceği geliri, malını kaybeden o malın parasal değerini, sağlığını kaybeden de iyileşmek için yaptığı masrafları alacaktır. Eğer sağlık kalıcı olarak kaybedilmişse artık iyileşme masrafından değil, kalıcı hasar bedelinden söz ediyoruz demektir.

Öyle durumlar olabilir ki, hatanız ve ihmaliniz hiç kimsenin maddi kaybına yol açmaz, fakat ağır üzüntüye, psikolojik yıkımlara sebep olur. O zaman, karşılaşacağınız tazminat türü, “manevi tazminat” olacaktır.

Tazminat hukukunun temel amacı, zarar verici bir olay sonucunda mağdurun maddi varlığında eksilen değer yerine nitelik veya nicelik yönünden eş bir değer konulmasıdır.

Zarar görenin maddi varlığında eksilen değer aynen yerine konulabilir (aynen tazmin); bu mümkün değilse zarara eş bir parasal değer ödenebilir (nakden tazmin).

Tazminat kavramı, asıl olarak “zararı telafi edici-giderici” bir anlam içeriğine sahiptir. Fakat bazı hukuk sistemlerinde uygulama bu çerçeveyi aşmakta ve tazminat, “telafi edicilik” yanında “cezalandırıcı” ve “benzeri davranışları önleyici” bir işlev de edinmektedir.[7]

Tazminatın “cezalandırıcı-benzeri davranışları önleyici” işlevi, hata-ihmal ya da kötü niyet sonucu zarara sebep olanı, zararı/mağduriyeti gideren tutardan çok daha fazla bir maddi ödeme yükümlülüğü ile sorumlu tuttuğundan, “telafi edici” tazminattan çok daha yüksek düzeyde caydırıcılığa sahiptir.

İster sadece telafi edici olsun, isterse de telafi yanında cezalandırma da içersin; tazminat tehdidi kişilerin işlerini kurallara ve teknik gereklere uygun yapması için önemli bir “zorlayıcı”dır. Eğer tüm birikimlerinizi ve hatta sonraki yıllar boyunca kazanacağınız paraları tazminat olarak ödemek istemiyorsanız, işinizi en doğru biçimde, kimsenin sizden tazminat talep etmesine yol açmayacak şekilde yapmaya özen gösterirsiniz. Görüldüğü gibi bu bir “vicdan-ahlak” gerekliliği değil, tümüyle “akıl-çıkar” gerekliliğidir; rasyonel birey, böyle davranır.

Fakat Türkiye’de “etkisiz-zayıf” hukuk branşlarının başında, işte bu tazminat hukuku geliyor. Bir sonraki bölümde bu önemli konuyu biraz daha açacağız.

8. Türkiye’de Tazminat Hukukunun Gelişmişlik Düzeyi

Deprem mağdurlarının tazminat hakları konusunu “mağduriyete sebep olanlar” açısından ele aldığımızda iki durumla karşı karşıya kalmaktayız:

Mağduriyete sebep olan; i) Kamu idaresi olabilir, ii) Özel kişi ve kurumlar olabilir, iii) Bunların her ikisi de birlikte olabilir.

Kamu idarelerinin neden oldukları mağduriyetlerde hasımlık, bizzat kamu idarelerine yöneltilmelidir (Karar ve eylemleriyle zarara sebep olan kamu görevlilerine karşı dava açmak, ancak ilgili kamu idarelerinin yetkisindedir.).

İdari işlem veya eylem nedeniyle maddi/manevi zarara uğrayanlar tarafından, idarelere karşı, idare mahkemesinde açılacak dava, “tazminat talepli tam yargı davası”dır. İdareler, karar ve eylemleriyle zarara sebep olmuşlarsa, bu eylem ve işlemde “açıkça kusurlu” olmasalar bile, zararı gidermek zorunda kalabilirler.[8]

Ne var ki, idarelerin kusurlu ya da kusursuz sorumluluklarının ispatı, ülkemizin “idari hukuk sistemi” içinde, uygulamada oldukça zorludur. İdareler güçlüdür, vatandaşların karmaşık hukuksal yol ve yöntemleri etkili biçimde izlemeleri kolay değildir, çoğu durumda dava için gereken tüm geçerli delillere idareler sahip olduklarından vatandaşlar delile ulaşamayabilmektedirler.

Özel kişi ve kurumlara (örneğin müteahhitlere, yapı denetim şirketlerine vb.) karşı açılacak tazminat davalarında da benzer güçlükler mağdurları beklemektedir. Yapım işlerinde sorumluluk düzeni karışık ve muğlaktır; zararın özel kişi veya kurumların ihmal veya kötü niyetinden mi yoksa bir idari kural ve karardan mı kaynaklandığı konusundaki muğlaklık yargı süreçlerini uzatır; çoğu durumda da sonuçsuz bırakabilir.

Ülkemizdeki tazminat hukukunun “etkisiz-zayıf” kalmış olmasının temel nedenlerinden biri de hukuk sisteminin “tazminat olgusuna bakışında” kendini göstermektedir.

Hukuk sistemimizde tazminat olgusunu sınırlayan en önemli kural, Türk Borçlar Kanunundaki “sebepsiz zenginleşme yasağı”dır.[9] Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatları[10] ile kökleşen ve kurumsallaşan bu yasak, mağdurların zararının “tam olarak, gerçek miktarlarıyla” saptanmasını çok öncelikli kılmaktadır ve bu durum, tazminat davalarının uzamasına neden olurken, gerçekten telafi edici biçimde sonuçlanmasına da engel olabilmektedir.

Diğer taraftan, Türkiye’deki tazminat hukuku “cezalandırıcı-önleyici” tazminata açık biçimde karşı değilse de bu tür tazminatlar ancak iş hukuku, icra hukuku, rekabet hukuku gibi bazı hukuk branşlarında ve bazı olaylara münhasır olarak uygulama ve yorum alanı bulmaktadır; makalemizde ele aldığımız alanda ne yazık ki örneği yoktur.[11]

9. Sonuç

İki bölüm halinde planladığımız makalemizin ilk bölümünde, ülkemizdeki yapı üretim ve denetim sistemini yasa-kural ve organizasyon düzleminde incelemiş; insan unsurunu ve insana ilişkin hususları incelemeyi ise bu ikinci bölüme bıraktığımızı söylemiştik.

İşte yukarıdan beri yapmaya çalıştığımız bu incelemede ulaştığımız sonuçları şöyle özetlememiz mümkündür:

Daire, dükkân, müstakil ev… İçinde oturmak ve çalışmak için taşınmaz satın alır ya da kiralarken, hiç değilse ikinci el otomobilimizi satın alırken gösterdiğimiz dikkati ve özeni göstermeliyiz. Banyo armatürleri o “çok ünlü markadan” olmasın, duvarlar “en pahalı” boyayla boyanmasın, mutfağında “ankastre fırın” eksik kalsın; onlar olmasa da olur. Ama biz yapının onaylı projelerini bir uzmana inceletip fazladan inşaat yapılmış mı, kat çıkılmış mı baktırmalıyız. Balkondan görünen manzara güzel olabilir; ama bodruma inip su yalıtımı var mı, zemin ıslak mı, sıvalar çatlamış da paslı demirler görünüyor mu, bir de onlara baktırmalıyız. Otopark yeterince geniş olabilir, ama acaba arabamızı oraya park etme hakkımız olacak mı? Bunun için “yönetim planı” denilen kâğıdı bilen birilerine inceletmeliyiz. Bina imar affından yararlanmış mı öğrenmeliyiz; yararlandıysa niçin yararlanmış baktırmalıyız. Bütün bunlar ve daha başkaları için sadece devlete güvenmekten vazgeçmeliyiz; 5 milyonluk ev alırken, bütün bunlara baksın da bizi uyarsın diye bir uzmana 5-10 bin lira ödemeyi göze almalıyız.

Binamızı-sitemizi kentsel dönüşüme verirken de böyle davranmalıyız. Bir apartman veya site dolusu insan, bütün yaşam hakkımızı müteahhittin ellerine sorgusuzca terk etmemeliyiz; bizi gerçek bilgiyle donatacak, inşaatımızı bizim adımıza sürekli izleyecek danışmanlar tutmalıyız.

Deprem sigortasının, “sihirli bir çözüm” olmadığını anlamalıyız. Bu sigortanın, kötü yapılmış yapıları yıkılmaktan korumayacağını; büyük bir deprem felaketinde yerle bir olan yüz binlerce kötü yapı zararını da hiçbir sigorta sisteminin ve hiçbir prim düzeyinin ödeyemeyeceğini görmeliyiz.

Yıllarca süren sonuçsuz-etkisiz mahkeme-dava süreçlerinin görevli kişileri korkutmadığını kabul etmeli ve onları parasal menfaat kayıplarıyla karşı karşıya bırakan hızlı ve etkili sistemler kurmalıyız.

Yapım işlerinde görevli her düzeydeki görevliye, sorumluluğunu üstlendikleri yapıların piyasa değerleriyle orantılı ödemeler yapan bir ücret sistemini kurmalıyız. Böylece bu görevlilerin yaptıkları işe olan dikkat ve ilgilerinin artacağını bilmeliyiz.

Ülkemizdeki tazminat hukukunu, yapı üretim ve kontrol sisteminde etkili ve caydırıcı olacak biçimde geliştirmeli ve genişletmeliyiz. Gerek telafi edici gerekse de cezalandırıcı-önleyici tazminatı işlevsel kılmalıyız.

Sayfalar dolusu yazdığımız yasalar-yönetmelikler-kurullar-kararlar, ancak bunları yaparsak işe yarayacaktır. Yoksa işte şimdiye kadar ne olduysa, bir sonraki felakette yine aynı şeyler olacaktır…


DİPNOTLAR:

[1] https://pitgem.org/2023/03/depremden-sonra-yine-mi-ayni-seyleri-soylemek-lazim-islemeyen-sistemin-bas-aktorleri-muteahhitler-yapi-denetim-sirketleri-ve-ruhsat-makamlari-bolum-1/

[2] Büyük, devasa yapıları “saray” diye isimlendirmek, Osmanlı’dan kalan bir kültürel özlem olsa gerektir.

[3] 27.12.1999 tarihli ve 23919 Mükerrer sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 587 sayılı “Zorunlu Deprem Sigortasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile Hazine Bakanlığı nezdinde kamu tüzel kişiliğine sahip bir “Doğal Afet Sigortaları kurumu” kurulmuş ve “zorunlu deprem sigortası” oluşturulmuştur.

Kararnamenin “kapsam” maddesine göre; 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamındaki bağımsız bölümler, tapuya kayıtlı ve özel mülkiyete tabi taşınmazlar üzerinde mesken olarak inşa edilmiş binalar, bu binaların içinde yer alan ve ticarethane, büro ve benzeri amaçlarla kullanılan bağımsız bölümler ile doğal afetler nedeniyle Devlet tarafından yaptırılan veya verilen kredi ile yapılan meskenler de zorunlu deprem sigortasına tabidir.

Aynı maddeye göre, kamu kurum ve kuruluşlarına ait binalar ile köy yerleşik alanlarında yapılan binalar ise zorunlu deprem sigortasına tabi değildir. Daha sonra, 18.05.2012 tarihli ve 28296 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6305 sayılı “Afet Sigortaları Kanunu” ile aynı konu daha kapsamlı biçimde düzenlenmiş, 587 sayılı Kanun Hükmünde Kararname yürürlükten kaldırılmıştır. 6305 sayılı kanun, 587 sayılı Kararnamedeki sigorta kapsamını aynen korumuştur.

[4] Bu tahmini bedeller, internet ortamındaki “prim hesaplama robotlarına hesaplattırılan tutarlardır.

[5] Bilindiği gibi, Meclisteki siyasetçiler “yasama dokunulmazlığına” sahipler. Bunlar için en etkili cezalandırma yöntemi olan “halk desteğini kaybetme, yeniden seçilememe” gibi demokratik yöntemler ülkemizde ne yazık ki sağlıklı işlemiyor. Kamu görevlilerine gelince, görev nedeniyle işledikleri suçlardan ötürü bunlar hakkında kovuşturma yapılabilmesi için de 4483 sayılı “Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun” gereğince, bürokratik ve siyasi bazı üst makamların izin vermesi gerekiyor.

[6] Önceleri, bütün kamu yapılarının ihalesi, yapımı, kontrolü ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı görevliydi. Bakanlık, bu görevin gerektirdiği uzmanlığa, bilgi birikimine ve organizasyona sahipti. Ne var ki son dönemde pek çok yönden değişen kamu yönetimi içinde, bu bakanlığın da hem adı ve hem de fonksiyonları değişti. Artık pek çok kamu idaresi kendi yapım işlerini kendisi yürütmektedir.

[7] M.Tarık Güleryüz, Ayça Zorluoğlu Yılmaz “Bir Anglo–Amerikan Hukuku Müessesesi Olarak Cezalandırıcı Tazminatın (Punitive Damages) Bazı Türk Hukuk Müesseseleri ile Mukayesesi” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl: 2019, Sayı: 141, Sf: 325-362. Literatürde, mağdurlara ödenen manevi tazminatın da (gerçek bir maddi kayıp karşılığı olmadığı için) “cezalandırıcı-önleyici” tazminat olarak tanımlanması gerektiğini savunan görüşler vardır. İngiliz Hukukunda cezalandırıcı tazminatın “ibret tazminatı” olarak adlandırıldığı örnekler vardır.

[8] https://kulacoglu.av.tr/idareye-karsi-acilacak-tazminat-davasi/

[9] 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu Madde 77- “Haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının malvarlığından veya emeğinden zenginleşen, bu zenginleşmeyi geri vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, özellikle zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğmuş olur.”

[10] Bu konuya bir örnek: Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin E. 2016/21667 sayılı dosyası.

[11] M. Tarık Güleryüz, Ayça Zorluoğlu Yılmaz, a.g.e.

Cezalandırıcı tazminata Türk Hukukundan bazı örnekler:

i) 4857 sayılı İş Kanunu Md. 17’ye göre İşçinin sözleşmesinin kötü niyetle feshi halinde yasal fesih bildirim süresinin üç katı tutarında ücret tazminatı ödenmesi hükmü vardır.

ii) 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Md. 25’e göre, işçinin sözleşmesinin sendika üyeliği gibi bir nedenle haksız feshi halinde 1 yıllık ücret tutarından az olmayan tazminata hükmedilir.

iii) 2004 sayılı İcra İflas Kanunu Md. 67’ye göre, borçlunun icraya haksız itirazı halinde borç tutarının %20’sinden az olmayan tazminata hükmedilir.

Bültenimize Abone Olun

En son haberler ve özel duyurulardan haberdar olmak için abone olun

Diğer Yazılar